02 Aralık 2025
weather
2°
42,4542 %0.01
49,4343 %-0.01
5.773,52 % -0,13
Ara

Saklambacın En Güzel Mekânı: 50.Yıl Düğün Salonu

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

1982’ye Nesrin Sipahi’yle gidiyoruz…

Nesrin Sipahi söylüyor: “Bu Ateşi Sen Yaktın İçime"

Necdet Tokatlıoğlu tarafından Kürdîli hicazkâr makâmı’nda bestelenen şarkının sözlerini hatırlayalım:“Bu ateşi sen yaktın içime, gel de sen söndür, Geçti hasretinle günlerim hadi geri döndür, Geçti hasretinle yıllarım hadi geri döndür”.

İtiraf edelim o zaman, eski bir alışkanlık, üstü örtülmemiş, canı çıkmamış bir iz, bir emare arıyoruz…

Ama nafile.

Ne demişti şair, aynı büyümüyor herkes, bir kentin ortasına savrulan, kuşağız sanmıştık, haklıymışız da.

Yerin altında ışıklı kırılışlarımız kaldı,yerin altında çocukluğumuz kaldı. Nerede?

Saklambacın en güzel mekânında; Nerede? 50. Yıl Düğün Salonu’nda…

Tam da Paul Valery’in şiirinde dediği gibi: ”Ah, bu ışıklı, ışıltılı kırılışlar, Gizliden gizli marifetleriyle, hülyalatırlar bana sırrına erdiğim bir ruhu”

O yüzden, her seferinde, 50.yıl Düğün Salonu’nu duyunca, az şey mi oluyor sanıyorsunuz’

Sahi, seni nasıl uğurladık 50.yıl Düğün Salonu? Bir anda kayboldun, bir anda gittin…

 

***

Yıl 1982, Mahallemizde düğün var. Düğün Davetiyesi’nde, 50.Yıl Düğün Salonu yazıyor. Ve günlerden Cumartesi…

Artık içimiz, bütün rüzgârlara açık. 

Ne de olsa,düğünleri en güzel çocuklar anlatır değil mi?

Çünkü, bir çocuk konuşunca herkes susar, çünkü bir çocuk eşyaya can katar.

İlk şuradan başlayalım o zaman: 50.Yıl Düğün Salonu, sen yerüstü şımarıklığına hiç bulaşmadın, gazinolara özenen tavrın da olmadı, ama sen bizim Yeşilçam Filmleri’nden deneyimlediğimiz gazinomuzdun.

Girişten itibaren üç sahanlık, otuzbeş basamakla inilen pist, pisti çerçeveleyen altı dairesel kolon, üç galeri balkonu, yüksek tavan, duvar dibine yaslanmış altı basmakla çıkılan orkestra, servis mekanları kısacası yeraltında oluşan bu atmosfer, bu yer, gazinoydu… 

 

Yıl 1982, Mahallemizde düğün var. Düğün Davetiyesinde, 50.Yıl Düğün Salonu yazıyor. 

 

Günlerden Cumartesi, yine akşam, yine heyecanla merdivenlerden iniliyor, mutfaktan Beşkardeşler Pastanesi’nin o güzel kuru pasta kokusu misafirleri karşılıyor. Adile teyze ilk gelenlerden, siyah çantası masanın üzerinde; belli ki yine kız bakmaya gelmiş, şimşek çarpmasından korkan Didi Alaaddin, balkonun müdavimi, çocukluğu İstanbul’da geçtiği için, İstanbul şivesiyle övünen terzi Şerife, yine hatıralarını anlatmaya başlamış; Beyoğlu’ndan Şişli’ye geçecek yaklaşık yarım saat sonra şöyle diyecek: Beni isteyen Havacı Subayla evlenseydim, gelmezdim Sivas’a…

 

 

Düğün başlıyor...

Orkestra yerinde: Bateri Hacı Akdemir; bas gitar Bekir Gedik, orgda Suat Basat, solo gitar Ahmet Ergün, Özdilek Ergün… Onlara Yavuz Başer (Datçu) da şarkılarıyla katılacak...

Gelin merasimi ile içeri girilecek, ardından üç dans şarkısı söylenecek: Sensiz Saadet Neymiş, Samanyolu, Dilektaşı…

Yine popüler şarkılar çalacak sırasıyla; şarkılar demişken; Ne güzel demişti İlhan Berk. “İnsan hafızasını şarkılara emanet eder” diye. Evet; Edip Akbayram, Sezen Aksu, Barış Manço, Alpay, Ümit Besen, Kurtalan Ekspres, Ersen ve Dadaşlar, İlhan İrem, Cem Karaca’dan, Nilüfer‘den şarkılar. O şarkılarla sevilir, o şarkılarla kavuşulur, o şarkılarla özlenirdi.

 

 

***

1980’lerin utangaç rüyaları, salonu aydınlatırken, biz dans pistindeki kalabalığın arasından geçerek, saklambaca başlıyoruz… Masa altları, balkonlar, kolonlar, mutfak tarafı, her yer oyuna dahil, her yer kurala uygun. Balkonlardan piste, pistten balkonlara atılan turların verdiği haz, en keyifli maraton koşusu, terlemelerin mükafatı gazozlar tabi ki…Mekan Sahibi Hamza Kanbur, yavaş çocuklar, düşeceksiniz diye talimatlarda bulunurken, bir taraftanda kafası iyi Fotoğrafçı Ali’yi kolluyor. Kimse kımıldamasın komutuyla poz alan Fotoğrafçımız, kendi sağa sola devrile dursun, Sabah 9-12; Öğlen 1-5; Akşam 7-12 seansları derken gün ışığını unutan ama buna aldırış etmeyen emektarlar, gazozları dağıtmaya başladılar bile. Kimi düğünde “Kahvecioğlu Gazozu”, kiminde “Tamek Meyve Suyu” ya da “Sarı Elvan” hepsi içimize mutluluk akıtırdı. Bu seferki Kahvecioğlu Gazozu. Tabi görevlilerin gazozları masalarda sayılı açması, ilk cimrilik öğretilerimizdendi. Aradaki sıkışıklıktan yürüttüğümüz gazozlar, balkonlardaki abilere açtırılır, masalardan araklanan pastalarla beraber keyifle yenilir içilirdi. Ne desek işte, tatlı düşler, tatlı hileler, tatlı yalanlar. Yalan demişken saklamabacı kaybedenleri korkutmaktan duramazdık; salonun altında okyanus olduğuna inandırdıklarımız bile vardı. Hatta içimizden biri, salonun deniz altı olduğuna inandırmıştı. Büyümenin tarihinde sessizliğin yeri yoktur demiş ya şair, o yüzden, çok uzaklarda olsa da görmediği denizler, denizaltılar için konuşan çocuklar vardı.

 

“‘Kuzu’ymuşuz daha Gurbet Kuşlarına ağladığımızda” der Haydar Ergülen. Biz de girmediğimiz denizlerde yüzdük işte…yeraltındaki ışıltının hayalleri azımsanmayacak kadar çoktu…

 

Peki sadece çocuklar mı hayal kurardı bu yeralltı mekanında, hayır tabi ki; Mahallemizin en şık abisi Hacı Ziya’nın oğlu Murat, Türkan Şoray’a benzettiği gelinin kızkardeşine abayı yakmış mesala, nişanlı olduğunu öğrenince; yanındakilere, Vesikali yârim filmindeki Sabiha (Türkan Şoray)'nın Halil’e (İzzet Günay) dediği en rütbeli sözü mırıldanıyor: “Sevgi de yetmiyormuş... Çok eskiden rastlaşacaktık...`` (Vesikalı Yarim filminden). Sahnede “Her Yerde Kar Var” şarkısı çalınıyor.Mahallemizin yağız delikanlısı Kımı Adem, bu şarkıyı okuyan Yeşim hayranı, Yeşim’e vurulmuş. Evlilik teklifi için hazırladığı resmi ve mektubu arkadaşlarına gösteriyor. Yarın diyor, yarın, Sivas PTT’den yollayacağım. Biz koşturmaya devam ediyoruz. Daha ne hayaller, ne hayaller de salonda koşturuyor…

 

 

***

Düğün bitiyor…

 

Biz saklambacı bitirip, kasalardan kolumuz koparcasına uzanarak aldığımız gazozların tadını çeke duralım; az şeyle mutlu olanların kalpleri yer üstüne çıkınca varlığına cesaret veriyor…

O yüzden biz salonu, o kalplerin sağlamlığıyla terkediyorduk…

O balkonlar, dünyanın en güzel pistiydi. Balkonlara tutturduğumuz mor yelkenli kayık kırıldı, sesi artık hiçbir acıyı kendisine saklayamazdı nasıl tarifliyordu “Üstü Kalsın” şiirinde Cemal Süreya mağlupları; Şarkısı beyaz, mağlup insanlar geçti, Rüyalar darmadağındı, Şarkısı-beyaz, Sonra dalgalar geldi dile, Sonra bir mavilik aldı her yerimizi, Nasıl hatırlıyorsan dünyayı öyle işte”.

Cocteau’ya kulak verelim şimdide: Cocteau, “Görünmezlik bana zarafetin koşulu gibi görünüyor”der. Evet, yerüstünden pek varlığı algılanmayan o salon, o yıllarda zarafetin adresiydi: 

Ne dersin; onca şatafatlı düğün girişlerine rağmen, biz senin görünmezliğini mi sevdik; ama şurası kesin, 50.Yıl Düğün Salonu seni çok yanılmış kalplerimizin sağlam kalan yeriyle sevdik…

Beni anlatırken şu adım başı yerli, yabancı şair sözlerine ne gerek vardı diyorsun, sende biliyorsun bu tutku değil, ışıltının çocuklukta bıraktığı iz, dünyayı dolaşır, o yüzden ben çağırmadım, onlar seni anlatırken kendi geldi…Yaranın rengi, dünyanın her yerinde aynı, dili de…”Uçan Kaz”ı, Pazar günlerinin kovboy filmlerini, bebek takılan gelin arabalarını dahil etseydin mesala diyorsun, Ne bileyim işte, çocukluğu söze çevirmeye çalıştım, şöhretin hayatı ağırlaştıran tarafını sözle hafifletme diyelim… Ne diyordu; yaranın sayfalarında John Berger; tatlı haykırış, ve bir çocuğun sesi, çünkü dalından yapraklarım döküldü, ve dilimle peşine düştüm, evet, dilimle peşine düştüm…

 

Dedim ya gazinomuzdun diye, yönetmenliğini, senaristliğini Muzaffer Arslan'ın yaptığı 1970 yapımı Türk sinema filmii Hayatım Sana Feda filmi aklıma geldi;  Harun (Cüneyt Arkın) mor ceketiyle sahneye bakıyor, sahnede Zeynep (Türkan Şoray)i görüyoruz Nesrin Sipahi’, Suat Ateşdağlı'nın şarkısınıı söylüyor: “Sen ne söylersen söyle, ümitlerimi kırdın”… Hüseyin Kutman’ın o manalı bakışıyla elini yasladığı dairesel kolonu, bir an sahneni çevreleyen kolonlara benzettim…Bende o kolonların birisinin ardına saklandım, Rahmetli dayım Şerafettin Keleş ve Rahmetli Yengem Ayşe Keleş’in dans ettiğini hayal ediyorum. 

 

Daldığım uykudan uyandım, dur, gitmiyorum, iki yıl önceki bir anımdan bahsedeyim sana…Tam önünde, tam önünde; Altuntabak Mahallesi’nden çocukluk arkadaşlarım Harun ve Metin’le karşılaştım. 50.Yıl düğün Salonu diye lafa giriştik ki tam o sırada; nişan ve düğünü orda yapılan bir kadın, sokuldu yanımıza. Çantasında sakladığı davetiyelerini sallayarak, bize kaşlarını çattı ve şunu söyledi:

Burada düğün salonu yoktu, burada panayır vardı; burada aşk, samimiyet vardı; hatırlamayın, yoksa; uzak ülkede kalmış bir gurbetçi gibi hissedersiniz…

Ardından, bize, beni salona indirmezsiniz, sizinle dans edemem bayımmmm! Derken, Kanatları itlaf edilmiş garip bir kuş gibiydi.Sonra üç kez kocasının adını haykırdı: Hikmet, ah Hikmet, ahh Hikmetttttt.

Geçenlerde onu tanıyan birine sorduk: Huzur Evi’ndeki son günlerinde, yanındakilere, 50.Yıl Düğün Salonundaki düğün dansını hatırlatıp “Hikmet gelip beni alacak.” Diyormuş.

Ölmeden önce son isteği ise, taş plaktan bir Sivas Türküsü olmuş.Görevli isteğini kırmamış: Hani Barış Manço’nun da söylediği o güzel türküyü: “Katip, arzuhalim yaz yare böyle” türküsünü istemiş. Görevli, Barış’tan açınca, o da güzel söylüyor ama sen Selda Bağcan’dan aç demiş: Barış Manço, Sivas’ı geçirmiyor, yaram iyileşmez demiş: “Sivas ellerinde sazım çalınır….Yardan ayrılmışam bağrım delinir, Katip arzuhalım yaz yare böyle.” 

Enis Batur’un deyişiyle; Görme arızalarının kural sayıldığı bir çağdayız işte, kalbiyle görenler kalpleriyle gözlerini kapatıyorlar…

 

***

50.Yıl Düğün Salonu, yokluğuna alışmışken, kafamı altüst ettiğinin farkındasın değil mi? Şimdi on mendil karşılığında, balkonunda bir gazoz içsem keşke. O masalar nereye gitti acaba; gazoz dökülen örtüleri de unutamıyorum.

Bakmayın bunca laf ettiğime, aslında çoktan unutulmuş bir mutluluk var ortada. İlk açıldığında altta düğün solunu olan o binanın köşesi mutlulukların adresiydi. Salon kapanalı 35 yılı geçti, yeraltı sessizliğe gömüleli epey zaman oldu. Biliyorum yerindesin ama merdiven, boşluğundan başka ses yok… Gökyüzüne çıkmak için yeraltına inerdik; nişanlısına askerden mektup atanların düğününden çıktık; nişanlısına mesaj atanların düğününe gidiyoruz. 

 

Yine hatırlatayım ısrarla, kendini hatırlatmaya sebebini yeraltına bağlıyorsun, sen bir ağacın kuruyan dalı gibisin, biliyorsun sökülen ağaçlar da var: 4 İşletme Düğün Salonu ve de akranların Derya, Omay, Emek…

Ama sen son sözünü şöyle söyledin: Şöyle diyorsun işitiyorum: benim ölü dostlarımın anılarına olan bağlılığım, bana kalmış dostlarıma güven vermelidir; benim için hiçbir şey gölgeye dönüşmez; ölüm bize dokunduğunda yok etmez; yalnızca görünmez kılar bizi.”

Ben de sana şu cevabı vereyim o zaman: Edip Cansever’in deyişiyle Ölü mü denir, Ölü mü sana… Söyle; ölü desen ölü değilsin; sahi aç avuçlarını sesini yükselt desem gelir misin, gel, dirilt değiştir yeraltını, gel süsle yerüstünü.… O vakit; şarkılarını duyacağız, o vakit, yalınayak ineceğiz merdivenlerinden…

 

Niyeyse içimden hep, elinci yıl kavşağı sadece seni hatırlatsın istiyorum; 

Bu kadarını isteyecek, bir geçmiş bıraktın sanırım ardında… Kanlı bahçe diye bilinen muhit, senden sonra aşkların temellendiği nikahlara şahitlik etti. 

Az şey mi, ismini duyunca, göğsümüzün heyecanla çarpması… Şairin dediği gibi, kar’ın tokluğuna yağan yağmur, hatırlarken o günlerimi

-ki sen de hatırla! Hayat, incitmeden kırılabilirdi kalbimizi.

Bugün de akacak makyajı kavşağın, güzel olmak yine sana düşecek.

Olsun burası şehrin tam ortası, ben zıvananın içinde bir polis hayal ediyorum; sonra gökyüzüne balonları salıyorum…

Sahi, seni nasıl uğurladık 50.yıl Düğün Salonu? Bir anda kayboldun, bir anda gittin…

50.Yıl Düğün Salonu, seni çok yanılmış kalplerimizin sağlam kalan yeriyle sevdik…

Not: O salonda güzel günleri tescillenen ve bu dünyadan göçenlere rahmet olsun. Yaşayanlara daim mutluluklar. 

Bu yazının ortaya çıkmasında emeği geçenlere minnettarım. Bilgilerini benle paylaşan. Hacı Akdemir, Bekir Gedik, Yavuz Başer (Datçu) abilere sonsuz teşekkürler. Fotoğraflar için Yavuz Abi’ye ayrıca teşekkkür ederim. 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *