ÇOCUKLUĞUMDA BAYRAM

Sivas’ta geçen çocukluk yıllarımda, yani aşağı yukarı 40 yıl evvel, Ramazan Bayramı yaz aylarına gelirdi. Dönemin aile ve toplum değerlerini öğrendiğimiz, şahsiyetimizin şekillendiği o yıllarda bayramların anlam ve önemi şüphesiz daha yüksekti. Aile büyüklerimizin, dedelerin ve büyükannelerin başımızda olduğu o yıllarda bayram, gelmesi heyecanla beklenen ve çocukluk dimağımızda yer eden müstesna günlerdi.

Ailemizde memur olmadığı için o zamanlarda 9 günlük tatil beklentisi ya da uygulaması olup olmadığını bilmiyorum, ama bizim için bayram kesinlikle tatil ile eş anlamlı değildi.

Ramazan bayramı öncesi hazırlıkları bir hafta öncesinden başlar, annelerimizin ev temizliği ve bayram ikramlarını hazırlama telaşesi içerisinde ayak altında dolaşmamız pek istenmezdi. Bayramda mutlaka ikram edilmesi gerekenler hurma tatlısı, yaprak sarması ve üzümlü bayram çorbası denilen bir tür kompostoydu.

Evin küçüğü olarak elbette bayram öncesine bana düşen görevler de vardı: O zamanlar bayram günlerinde fırınlar kapalı olduğu için bayram boyunca ihtiyaç duyulan ekmek arefe gününden alınmak zorundaydı. Bu nedenle arefe günü fırınların önünde uzun kuyruklar olur, burada sıra beklemek orucun son gününde her ne kadar zor gelse de bayram heyecanının da bir parçasıydı. Evlerde klorlu musluk suyu içilmediği için her mahallede bulunan “tatlı su” çeşmelerine bidonlarla giderek orada da sıra beklemek biz çocuklara düşerdi. Babamın ve kendi ayakkabılarımı boyamak ve cilalamak da benim görevimdi.

Sarı teneke kutuda Nuri Leflef marka ayakkabı cilasının kokusu halen burnumdadır. Evin temizlendiği gibi arabanın da temizlenmesi bir bayram hazırlığıydı. Bunun için abimle birlikte Paşa Fabrikası yolundaki çeşmeye ya da Erzincan yolunda Balkan Transportun oradaki Atatürk Çeşmesi’ne gider, evimizin “beyaz atını” (58 AT 149) detaylı bir temizliğe tabi tutardık. Bayram öncesi kıyafet alışverişi de yapılırdı. Genellikle Sirer caddesindeki mağazalardan, bazen Sümerbank’tan, bazen de İstasyon caddesindeki “Tanrıkulu Mağazası’ndan” alışveriş yapıldığını hatırlarım. Ayakkabı ise Taşhan içinde bulunan Hızırlar dükkanından ya da Kunduracılar Çarşısı’ndan alınırdı. Marka çılgınlığının henüz başlamadığı yıllarda önemli olan elbise veya ayakkabının üzerinde olan logo değil, sağlamlığı ve birkaç sene giyebileceğimiz kalitede olmasıydı.

Arefe günü Yukarı Tekke Kabristanı’na gidilerek aile büyüklerimizin mezarları ziyaret edildir, Sivas’ın manevi şahsiyetlerinden Abdulvahab Gazi’nin türbesine de mutlaka uğranır , Fatiha okunurdu. Çocukken birkaç defa arefe gününe mahsus “memmecim gezmesine” gittiğimi de hatırlarım. Ben yetişmedim ama eskiden arefe günleri “gılik” denilen küçük simitler yapılarak kapıları çalan çocukların ellerindeki oklavalara takılırmış. Bizim zamanımızda bunun yerini şeker almıştı. Apartmanda ve mahallede gezip torba dolusu şeker, bazen de küçük miktarlarda harçlık toplandığını bilirim. Yıllar sonra “memmecim” kelimesinin anlamını annemin yazdığı bir makaleden öğrenmiştim

Çocukların evlerin kapısını çalarken söylediği bir tekerleme olarak “Memmecimin havası, bâdelerin tavası, amin amin bir gılik” dizeleri aslında Necm Suresi’nin ilk ayetleri olan “Ven’necmi izâ havâ, mâ dalle sâhibuküm ve mâ gavâ” ayetlerinin çocukların ağzında eğilip bükülmüş şekli imiş.

Nihayet bayram sabahı geldiğinde evin erkekleri büyükler öncülüğünde bayram namazı için hazırlanır, Yukarı Tekke, Paşa Camii ya da İstasyon caddesindeki evimize yakın Osman Paşa veya Selimağa camilerine giderdik. Çocukların arka saflarda olması beklendiği için mahalle arkadaşlarımızı bulur, fıkır fıkır gülüşmeler, şakalaşmalar eşliğinde vaazı dinleyerek namaz vaktini beklerdik.

Bayram namazı senede iki defa kılındığı için hatırlanması zordu. Bu nedenle mahallemizin hocası namaz için tekerleme benzeri bir “formül” üretmiş ve bize öğretmişti: “İki salla bir bağla, üç salla bir yat!” Namaz bitiminde herkes birden dağılmaz, cami içinde halka halinde bayramlaşma olur, büyüklerimiz “musafaha” ederlerdi. Namaz dönüşü anneler tarafından hazırlanan kahvaltı sofrası bizi bekler, bir aylık orucun ardından özlenen bir kahvaltıda bir araya gelirdik. Kahvaltı sonrası bayramlaşılır, büyüklerin eli öpülürdü. Annemin de babamın elini öpmesi o günlerde tuhafıma gitse de, derin anlamını sonradan fark etmiştim. Bayram heyecanının önemli bir parçası olarak el öptüğümüz büyüklerden harçlıklar tahsil edilirdi.

Toplanan harçlıkla yapabileceğimiz şey belki bir lastik top, belki de birkaç külah dondurmanın, bir iki paket çikolatanın ötesine geçmezdi ama bir aylık orucun sonunda “en hak edilmiş” bir kazanç olarak çok değerliydi. Bayramın birinci günü önce büyükler ziyarete gidilir, büyükler de küçüklerin gelmesini beklerlerdi.

Şimdiki gibi cep telefonu veya sms atma imkanı olmadığı için kimin evinde olup olmadığı bilinmez, büyüklerimiz bir “gezi planı” yapar ve ziyaret güzergahı belirlerlerdi. Annem çantasında mutlaka kalem kâğıt bulundururdu zira gidilip de evde bulunamayan evlerin kapısına “geldik, bulamadık, hayırlı bayramlar” yazılıp bırakılmalıydı. Her ziyaretteki menü hemen hemen aynı olduğu için ziyaret sonrası ikram edilen hurmanın ağızda dağılması, yaprak sarmasının inceliği, bayram çorbasının içindeki malzemelerin çeşitliliği kritik edilirdi. Büyükler küçüklerin ziyaretini bekler, küçükler gelmez iseler ayıplanır, “mehelsüz” olmakla itham edilirlerdi. İlk iki gün ziyaret turları verimli geçmiş ise, üçüncü gün piknik yapmaya da imkan olurdu.

Paşa Fabrikası (sonradan Paşabahçe’si oldu), Soğuk Çermik, Kavraz çamlığı ya da Hafik yolu Gölyazısı mevkiinde, bugün Opel bayiinin arkasında bulunan kendi bahçemize giderek piknik yapardık. Pikniğin değişmez mönüsü çarşı fırınlarından birinde “döktürülmüş” etlekmek, veya babamın malzemelerini kendi eliyle hazırlayıp çalı çırpı üzerinde pişirdiği “sebzeli sac kebabı”ydı. Bu adetler belki 1990’ların sonunda kadar sürdü.

Mesleğe başlayıp Sivas’tan ayrıldıktan sonra çok nadir olarak bayramı baba evimde geçirdim. Görev başında olduğumuz bayramlarda Anadolu’nun birçok ilçesinde, hiç tanımadığım insanlarla, hiç bilmediğim kültürler içinde devlet-millet kaynaşması adına birçok bayram programında yer aldım, şehit ailelerini, huzurevlerini, çocuk yuvalarını ziyaret ederek insanlarımızın gönlüne dokunmaya çalıştım. Her geçen yıl bizden biraz daha uzaklaşan eski bayramların duygusunu yaşamaya ve yaşatmaya gayret ettim. Yine de büyüklerimizin gölgesinde, gamsız ve tasasız çocukluk günlerimizin bayram coşkusunu ne yapsak da artık yaşayamayız.

İşin kötüsü, çocuklarımız da bu duyguyu maalesef hiç bilemeyecekler. Değişen kültür ve anlayışlar artık bayramı şehir stresinden, iş veya akraba çevresinden kaçışa bir fırsat, insanlardan uzaklaşarak “kafa dinleme”, insanların birbirini “rahatsız etmemeye” özen gösterdiği turizm ve tatil günleri seviyesine indirmiştir. Bu yüzden bayramlar artık ne inancımızın ne de geleneklerimizin bir gereği gibi kutlanıyorlar. Belki birbirimizi rahatsız etmiyoruz ama özellikle benim akranlarıma sorum şu: Birbirimizi rahatsız etmeme pahasına da olsa eski bayramları özlemiyor muyuz, gelenekleri terk ettiğimiz için derinden derine vicdanımızda bir rahatsızlık duymuyor muyuz?

Kaynak: Haber Merkezi