Sivas’ın Gökmedrese Mahallesi’nde oturan Jandarma Ömer Efendi ile Ayşe Hatun çiftinin üç evladı; Halil İbrahim (1891-1978), Hatice (1896-1982) ve babam Kâzım Arslan’ın (1900-1991) çocuklukları ve gençlikleri savaşlar sebebiyle zorluklar içinde geçmişti. Babaları Ömer Efendi vefat ettiğinde amcam Halil İbrahim Sivas Öğretmen Okulu’nda, babam da Gökmedrese’de okuyorlardı. , Amcam askere alınmış ve Birinci Dünya Savasında doğu cephesine sevki edilmişti. Kâzım Karabekir Paşa komutasında 1918 yılına kadar görevde bulunmuştu. (Amcamın hayatı için; “Menâkıb-ı Gazanfer; Molla Ömeroğlu Halil İbrahim’in Serancâmı” adlı makaleye bakılmalıdır.) Babam Kâzım Arslan ağabeyinin orduya katılmasıyla okulunu bırakmış ve ailesine bakabilmek için dülger/marangoz Karslı Mahmud Usta’nın yananda çalışarak mesleğinde yol almıştı.
Babamın ablası Hatice halamız ki biz ona “eme” derdik. Ali Rıza Kaygu ile evlenmiş; Sıdıka, Şerife ve Hüsameddin adlı üç evladı olmuştu. Eşi bir zaman İstanbul’da çalışmış, sonra da dabak/debbağ olarak Sivas’ta mesleğini sürdürmüş. Ali Rıza Efendi şarbon hastalığına yakalanmış ve hastanede vefat etmiş. Halamın Kaygu soyadı sanki hayatına da sirayet etmiş gibiydi.
Çalışkanlığı ve sabrıyla evlatlarını yetiştirmiş, evlendirmiş, torun sahibi olmuş, mürüvvetlerini görmüştü. Sessiz, sakin bir hanım olan halam, Sivaslı marifetli hanımlar gibi yünü tarar ve çıkrıkta eğirir, çok güzel çoraplar örerdi. Çok zor örnek olan ‘dönmeli çorap’, ‘mektup getiren nakışı’ ve özel nakışlı ‘gelin çorabı’ birer sanat eseriydi.
Yüz yıl öncesinden bize haber getiren bu gelin çorabında bulunan süsleme motifi bir hayat ağacı olarak dikkat çekiyor. Halamın en önemli özelliği sözlü kültür zenginliğimizden; atasözleri, deyimler, Türkçe dualar ve manzum sözler söylemesiydi. Bu büyük anneler, halalar, teyzeler hiç boş konuşmaz, hoş konuşurlardı. Onlara iyi bir örnek de halamızdı. Yeri geldiği zaman bu sözleri söyler, kulağımızda küpe olacak öğütler verirdi.
Onun da büyüklerinden öğrenmiş olduğu bu sözlerin bilinmesini, bunlara uyulmasını, öğütlerin önemini belirtir, bunların hayatın içinde yaşatılmasını ve unutulmamasını isterdi. Ondan dinlemiş olduğum sözlerinden örnekler verelim: “Büyük; evin nîmeti, küçük; evin zîneti” atasözü; büyükler, dedeler, büyükanneler, babalar ve analar ailenin nîmeti, bereketi, küçükler; evlatlar ve torunlar da ailenin zenginliği demektir. Aile büyükleri torunlarını kucaklarına alınca “torun tahtındayım” demelerinin bir mutluluk ifadesi olduğunu da söylemişti. Halam Hatice Hatun’un naklettiği şu atasözü de yine ne kadar anlamlıdır.
“Çocuk aziz, terbiyesi daha aziz”. Görünmeyen ve görülen her türlü yanlışları, günahı işlememek için öğüdü şöyleydi: “Allah’tan kork/sakın ayağının tırnağını kes, kuldan utan elinin tırnağını kes.” Allah’tan korkmak ve kuldan utanmak, halkımız gibi bütün büyüklerimizin nasihatiydi. Evin ihtiyaçlarının çokluğu ve hayatın zorluğu için Sivas’ta bilinen, gidenlerin dönmeyeceği anlamını da hatırlatan şu sözü de ondan işitmiştik: “Ev dediğin; evrandır/evrendir, ucu dönmez kevrandır/kervandır. Sivas’ta komşu ziyaretinin çok kısa olması durumunda söylenen;
“Ateş almaya mı geldin? Deyiminin hikâyesini de anlatmıştı.
Hayatın kolay olmadığını, insanın dikkatli olması için o da diğer büyüklerimiz gibi şu manzum öğüdü söylemişti:. İnsan bir gemi Akıl dümeni Fikir yelkeni Kullan kendini Göreyim seni Eskiden nişanlı kızlara söylenen şaka yollu dörtlüğü; “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” kabilinden şöyle söylemişti: Sinek geldi dız dedi Ne yatıyon gız dedi Aha geldi güz dedi Gız cehizi düz dedi Rahmetli Hatice halam ibâdet hususunda kusursuz bir insandı.
Onun irfanî ve itikadî derinliğiyle öğrettiği manzum duaları çok kolay öğrenmiştik: Allah Allah bir Allah Yerde gökte nur Allah Yerin göğün hakkı için Muradımı ver Allah Allahım birsin İsm-i âzamsın Başımda bir bunum var Yardımcım sensin Bin bir ismin var senin Bir muradım var benim Bin bir ismin hürmetine Ver muradım sen benim Lâ ilâhe illallah’ta evim var Muhammed Mustafa’da sevim var Arş-ı âlâda yerim var Allah gibi sahibim var Bir vefat haberi aldığında; “doğduk ki öleceğiz” inancı içinde, “Zâkir Ağa öldü, ölmeyen sevinsin” demiş ve anlamını da şöyle açıklamıştı: Geçmiş zamanlarda yaşayan Zâkir Ağa zâlim olduğu için sevilmezmiş.
Bir gün Ağa ölmüş. Ağanın akıllı hanımı, tellâlla bu haberi şöyle duyurmasını istemiş: “Zâkir Ağa öldü, ölmeyen sevinsin.” Dâima iyi olmayı ve iyiliği öğütleyen ağzı dualı halamızdan bizlere bütün bu sözler yadigâr kaldı. Hesna Ayvazoğlu teyze, halamın dünya âhiret kardeşiydi. Halam; vefat ettiğinde, kefeninin içine iman tahtasının üzerine konulması için Hesna teyzeden, bir kâğıda besmele yazmasını istemişti. Hesna teyze halamın arzusunu yerine getirmişti. Vakit geldi ve Hatice halam emanetini Yaradan’a teslim etti. “Bu dünya bir pencere/Her gelen bakar geçer” misali halam da bu fâni dünyadan sakin ve sessizce geçti. Allah gani gani rahmet eylesin. Yüce Allah, sevdikleriyle cennetinde kavuştursun.
Ateş almaya mı geldin?
Ateş almak deyimi, bir yere gidip de az oturulduğu zaman söylenir ki, bu sözümüzün dayandığı olay şöyledir. Eskiden, ateş yakmak için kibrit vb. bulunmadığı zamanlarda (yüz yıl öncesine kadar) kadınlar ateş yakmak için, daha önceki ateşin közünü külün içinde muhafaza ederlermiş. Ocak yakacakları zaman, külü bir tarafa çeker, kor halindeki ateşin üzerine yonga vb. koyarak üfleyip, alev almasını sağlar ve zahmetle ocak yakarlarmış.
Kül içinde ateşi kalmayan kadın, ateş küreğini eline alır ve yakın komşuya giderek ateş istermiş. Ateş almaya gelenin işi olduğundan (ocak yakacak, yemek yapacak) ateşi külün içinde, ateş küreğine koyar, hemen kendi evine getirirmiş. Bu sebeple gelip de az az oturan kimselere; “Ateş almaya mı geldin”?” Deyimi söylenir olmuş..