Benliboz´dan aşağıya indi. Altın Bina´nın kapısından içeriye girdi, merdivenlerden yukarı çıktı. Birçok odayı dolaştı. Altın, inci, gümüş, mücevher? Hepsini oraya toplamışlar. Geldi baktı, hiç birinden bir şey almadı. O yana bu yana geziniyordu. Geldi baktı ki bir odanın kapısı örtük. Kapıya kulağını verdi ki içeriden hafif bir ses geliyor. Tabi bu sesi duyunca cesaret edip kapıyı itip içeriye girdi ki ala gözlü, inci dişli, sırma saçlı bir kız oturuyor. Dışarıdaki manzaradan haberi yok. Kendi kendine deyiş söyleyip, söz yakıştırıyordu. O kız Haramibaşı´nın bacısıydı. Tabi kızın dışarıdaki manzaradan haberi yok. Tanımadığı bir delikanlıyı karışsında görünce, afalladı birden bire. ?Acaba, bizim haramiler nerde kalmış da bu delikanlı buraya kadar gelmiş?? dedi kendi kendine. Korktu tabi. Büzüştü, Lâtif Şah´ın karşısında. Lâtif Şah da kızı görünce oradaki altından, inciden, hepsinden gönlü geçti. Kızın kanadından kapıp, çekip merdivenlerden aşağıya indirdi. Benliboz´un üstüne binip kızı terkisine atıp, yamçıyı üstüne çekip de geçti gitti. Hiç bir çöp almadı daha başka.
Benliboz´u sürdü geliyor. Öbür arkadaşları da kimi ördek vurmuş, kimi kaz vurmuş, kimi tavşan, hepsi bir av vurmuş, çeşme başında toplanmışlar. Vakit de akşam ezanını geçiyor. ?Acaba şehzade nerde kaldı gelmedi?? diye etrafa bakınıyorlardı. Gördüler ki Elvan Dağı´nın tepesinden çıkmış. Benliboz´un üstünde sağaldı geliyor.
-Tamam, geliyor, dediler.
Biraz yakınlaşınca baktılar ki Lâtif Şah´ın avı yoktur.
-Ama bu gün bunun bir avı yok, dediler.
Biraz kendine gururiyet getiriyorlar.
-Şöyle yaklaşınca, hepimiz avlarımızı alalım, yukarı kaldıralım da bizim avlarımızı görünce gururu kırılsın, mahcuplasın, dediler.
Lâtif Şah yanlarına yaklaşınca hepsi avlarını alıp yukarıya doğruldular. Lâtif Şah gelip de;
-Selâmünaleyküm arkadaşlar, dedi.
-Va aleykümselâm şehzadem, dediler.
Lâtif Şah attan inmek için yamçıyı geriye atınca, kız arkasından bulutun içinden ay çıkar gibi ortaya çıktı. Bunlar kızı görünce, hep avlarından gönülleri geçti. Yavaşça avlarını çeşmenin başına koydular.
-Şehzadem! Bu gün senin avın bizimkilerden iyi olmuş, dediler.
Dedi ki Lâtif Şah:
-Arkadaşlar sizin kısmetinize onlar çıktı, benim kısmetime de bu çıktı. Kısmete bağlı bir iş.
Benliboz´dan aşağıya idi. Kızı kucaklayıp attan aşağıya indirdi.
Babasıyla seyyah gezen Koca Lele´nin oğlunu da babası buna arkadaş vermişti. Oğlanın da kafasında bir parça keli var. Adı Ahmet´ti de buna ?Keloğlan? mahlası verilmişti.
-Al oğlum, Keloğlan dedi. İş büyükten başlar. Sen büyük vezirin oğlu olduğun için bu kız anamın sütü gibi sana helâl olsun.
Ahmet, atına bindi. Lâtif Şah da kızı kucaklayıp terkisine koydu. Keloğlan yoluna koyuldu. Öbür arkadaşlar daha bir söz bulamadılar da;
-Şehzadem böyle giderse, sen inşallah hepimizi evereceksin, dediler.
-Kısmetiniz arkadaşlar! Bu Keloğlan´ın kısmetineydi.
Sürdüler atlarını, Yemen şehrine geldiler. Keloğlan´a dediler ki:
-Ayrılma yok ha! Götür kızı eve bırak. Gel yine yanımıza.
Keloğlan kızı götürüp eve bıraktı. Canı sıkılarak onların yanına geldi. O gün yine sabaha kadar öteki arkadaşlarının vurduğu avı yediler, içtiler, Muhabbet ettiler.
Sabah oldu divan açıldı. Lâtif Şah kılıcını, kalkanını beline kuşandı, doğru babasının huzuruna geldi. Babasını selâmlayıp divana durdu. Babası yine boynunu sağ tarafa bırakıp göğsünü geçire geçire, on dakika hayran meftun olarak yüzüne baktı. On dakika sonra yukarı doğruldu.
-Ne istiyorsun oğlum, dedi.
-Devletli babam! Ben daha avcılık yapmıyorum, dedi.
-Sebep?
-Yapmıyorum baba, zorla değil ya!
-Oğlum! Oku diyorum okumuyorsun. Avcılığa sen heveslendin, ben müsaade ettim. Şurada iki gün avlandın, üçüncü gün caydın. Senin sonun neye varacak?
Dedi ki:
-Baba sana bir-iki söz konuşacağım.
-Konuş bakalım oğlum, serbestsin.
-Sen burada necisin baba?
-Oğlum! Sen benim neci olduğumu bilmiyor musun? Ben bu ülkenin padişahıyım.
-Padişahlığın senin olsun baba. Tacın tahtın daim olsun. Eğer sen bana müsaade buyurursan, senin hükmün altına girmemiş bir toprakta, ben de sana karşı şahlık ilân edeceğim.
-Nerde, dedi babası.
-Elvan Dağı´nın tepesinde.
Dedi ki:
-Oğlum! Elvan Dağı´nın başında kırk tane harami var. Ben onların korkusundan günde yüz bin kere Allah´a sığınıyorum ki bir gün gelip basıp da beni öldürecekler, tacımı tahtımı elimden alacaklar diye. Sen orada nasıl gidip de şahlık yapacaksın?
Lâtif Şah dedi ki:
-Devletli baba! Sen bana nasihatinde her tarafa git avlan da yalnız Elvan Dağı´na gitme demiştin. Ben de senin sözüne uyarak o dağa gitmiyordum. Geçen gün Benliboz beni aldı Elvan Dağı´na doğru kaçtı. Gemini çektim, suratına çarptım, her ne kadar cehd ettimse eyleyemedim. Beni alıp Elvan Dağı´nın tepesine çıkardı. Orada haramiler bana birer birer hamle yettiler. Ben de kuvvetimin olancasından fazla olarak kırkını da kestim baba. Haramibaşı´nın bacısını da getirdim Koca Lele´nin oğlu Ahmed´e verdim, dedi.
-Sahi mi oğlum?
-Evet, baba.
-Vay sağ olasın oğlum, dedi. Beni yavuz düşmanlardan kurtardın desene!
-Evet baba, öyle oldu, dedi.
Babası;
-Oğlum sana şimdi müsaade ediyorum. Git onların binasında şahlığını ilan et. Serbestsin.
-Sağ ol baba! Fakat yalnız mı gideceğim?
-Yalnız şah olur mu oğlum, dedi babası. Sana asker vereceğim.
-Ne kadar vereceksin?
-Ne kadar istersen o kadar.
Dedi ki:
-Bana şimdilik bin kişi verirsen kâfi.
-Verdim oğlum. Git askerin içinden beğendiğini seç, dedi.
Lâtif Şah, ordunun içine geldi. O zamanın behrinde kılıç, kalkan tutacak pehlivan askerlerden bin kişi seçti. Kılıçlarını, kalkanlarını verdi, atlarını arabalarını verdi, hazırladı geldi.
-Baba, sağ olasın artık müsaade buyur, askerimi hazırladım gidiyorum, dedi.
Babası;
-Müsaade ettim, git oğlum, dedi.
-Gideyim ama baba, müsaade edersen sana bir sorum var.
-Sor bakayım, oğlum.
Sen bana verdin, bin kişi asker. Ben Elvan Dağı´nın başında, bu bin kişiye, ben ne yedireceğim baba dedi.
-Babası dedi ki:
-Oğlum! Sen bana karşı şahlık ilân edeceğini söyledin. Senin askerini iaşesini ben mi vereyim?
-Baba sen ver, demiyorum da sana soruyorum, ben bu bin kişiyi neyle göreceğim, diye.
-Ne demek istiyorsun ya, dedi babası.
-Ne demek isteyeceğim baba; orası işlek bir belde, bütün kervancılar gelip oradan geçiyorlar. Sen bana bir ferman verirsin. Bana kimse değip dolaşamaz. Kervancının önüne çıkarım, dedi.
-Eeeee!..
-Kervancıya fermanı gösteririm. Adamcağızın malını sayarım. Kırk tanesi varsa yirmisi kendine yirmisi bana. Otuz tanesi varsa on beş bana, on beşi de ona, on tanesi varsa beşi bana, beşi ona. Ben de askerimi bununla görerim, dedi.
Babası;
-Oğlum buna şahlık değil de doğrudan doğruya haramilik yapacağım desene!
-Baba bu haramilik değil ki dedi. Herif sürmüş elli deve. Bu devenin yirmi beşi o adamın çoluğuna çocuğuna, her bir şeyine yeter, dedi. Bu adam, yirmi beşi deveyi sürsün. Elli deveyi ne diye sürsün, getirsin? Onunla da benim askerimin ihtiyacı görülsün.
-Etme oğlum, böyle padişahlık olmaz, deyip babası karşı çıktı. O her ne kadar direttiyse de;
-Yok baba. Eğer bana bu şekilde bir ferman veriyorsan ver. Vermiyorsan, gider kervancının önünü çevirir, malını kökten alırım. Hiç bir tane bırakmam, dedi. Ama ferman verirsen, söz veriyorum yarıya böler alırım, dedi.
Babası baktı ki oğlunun söz dinleyeceği kalmamış. İster istemez buna bir ferman yazdı.
?Lâtif Şah´a kimse deyip dolaşmayacak. Kervancının önüne çıktığında, malını sayacak yarısını alacak. Eğer bir fazla alırsa, gelip bana şikâyet edecek.? dedi.
Başka bir kolayını bulamadı. Lâtif şah´a fermanı verdi. Lâtif Şah fermanı alıp cebine koydu.
-Sağ olasın baba! Allahaısmarladık gidiyorum, deyip kapıdan çıktı.
Lâtif Şah, kapıdan çıkınca, Padişah´ın içerisine bir acı düştü. ?Eyvah felek! Ben bu çocuğu kötü yola sevk ettim.? dedi. İhtiyar Koca Lele´yi yanına çağırdı.
-Lala´m!
-Buyur Şah´ım!
-Bu çocuk genç. Şimdi bana ?Yarı yarıya alırım.? diye söz verdi, fakat oraya varır, yarıdan fazla almak ister. Olur ki heriflerin mallarını kökten almak ister. Mal vermek can vermekten zordur. O herifler acışır, mal vermek istemezler. O da adam öldürür. Ben zaten bunu buluncaya kadar ne hâl çektim. Geç buldum, tez yitiririm. Sen de bunun yanı sıra beraber git. Orada onun veziri ol. Maaş değil mi, bundan sonra da, odan al. Bunun önünü sen alırsın ancak. Onu kendi haline bırakma. Sen, güngörmüş tecrübeli bir adamsın.
Koca Lele;
-Peki Şahım, dedi. Gideyim. Orası ne, bura ne! Maaş aldıktan sonra!
Koca Lele, oğlu Ahmet, vezir vüzera hep beraber bin kişi gelip Altın Bina´ya yerleştiler. Askerin ayrı koğuşu var. Asker ayrı koğuşta yatıyor. Koca Lele ile Lâtif Şah da ikisi bir muhteşem bir odada yatıyorlar. Padişah da tabi tembih etti. Lele, Şah´a mukayyet oluyor ve hiç onun yanından ayrılmıyordu. Herhangi asker nöbete kalkarsa, padişahın fermanını cebine koyuyor, nöbete kalkıyor. Gelen, kervancıların önüne çıkıyorlar. Fermanı gösteriyorlar, kervancılar da fermanı görünce itiraz edemiyorlar. Yarıya bölüp haklarını alıyorlar. Mal gelmez de boş adam gelirse, iki adam geldiyse birini alıp diğerini serbest bırakıyorlar. Aldıklarını asker yapıyorlar. Yani ne gelirse gelsin, yarısını muhakkak alıyorlar. Boş bırakmıyorlar. Bu unvan üzere bu çocuk, burada üç-beş sene şahlık yaptı.
Fakat kervancılar bu durumdan çok memnun kaldı. Çünkü evvelce haramiler kervanın önüne geçince adamlarını öldürüyorlar; mallarını kökten alıyorlardı. Bu, adam öldürmeyip malın yarısını alıp, yarısını onlara bırakınca memnun oldular. ?Ne merhametli haramî bu!? dediler. Şah olduğunu bilmiyorlar tabi. ?Adam öldürmüyor, malların hepsini alıp bizi kuru çulun üstünde koymuyor. Yarısını alıyor, yarısını da gene bize bırakıyor. Amma merhametli bir harami bu. Şu çocuk şurada bir zaman yaşasa da hiç olmazsa bunun sayesinde bir zaman rahatça gitsek gelsek.? diyorlar. Gittikleri yerlerde bunu methediyorlar. ?Elvan Dağı´nda şimdi bir haramî peyda oldu. Şöyle merhametli, böyle güzel, şöyle yiğit?? Her tarafta kervancılar gittikleri yerlerde bunu methediyorlar. Ünü, her tarafta duyulmaya başladı.
Duyulurken duyulurken tâ ki Hindistan şehrinde yayıldı şanı. Hindistan şehrinde, Erciyar namında bir hükümdar vardı. Erciyar´ın da Mihriban Sultan isminde bir kızı vardı. Mihriban Sultan, kervancılardan bunu duydu. Mihriban Sultan, Erciyar Hükümdarı´nın bir tek kızıydı. Daha başka oğlu kızı yoktu. Babasının bir tek kızı olduğu için nazlı. Babası şehrin kenar tarafına bir has bahçe yaptırmış, etrafını sur içine aldırmış, ortasına manzaralı bir köşk yaptırmış, kızının yanına kırk tane cariye vermişti. Zevk ü safa ile orada yaşıyordu.
Lâtif Şah´ın ismini haber alınca aklı başından gitti. Cariyesinden, köşkünden eyvanından bütün gönlü geçti. Gece gündüz ağlayıp feryat etmeye başladı. Ağlayıp feryat ediyor. Sarardı soldu, iğne iplik gibi eriyip aktı. Birgün oturup ağlıyordu. Kendi kendine dedi ki: ?Ben burada ağlıyorum kahırlanıyorum, feryat ediyorum. Bu oğlanın hiç haberi yok. Ben burada kendi kendimi öldürsem, tâ Yemen şehrinin Elvan Dağı´nda oturan oğlanın ne haberi olur! Bir temsil vardır; ?Oğlan evinde bir şey yok, kız evi dambul düdük.´ Ben burada böyle kahırlanmayla, bu işe bir kolaylık bulamam. Bunun bir çaresine bakayım.? dedi.
Böyle düşünen Mihriban Sultan, günlerden bir gün yalandan hastalanıp da yatağa düştü. Babası Erciyar Hükümdarı kızının hastalandığı haberini alınca, ne kadar güvendiği doktorları varsa, başına celp etti. Doktorlar günlerce çalıştı. Olmadık ilaçlar iğneler yaptı adamlar. Kızın hastalığı iyi olmuyor. Yalandan hasta olduğu için, kendini verdi kötülüğe, gittikçe geri gidiyor.
Birgün babası Erciyar Hükümdarı dedi ki kendi kendine; ?Doktorlar bu çocuğun derdine bir çare bulamayacaklar. Bu çocuk bu dertten ölürse, bana mahşer yükü olacak. Ben gideyim de şu çocuğun hastalığını sorayım. Neyse derdi bana söylerse, ona göre bir devasına bakarım. Başka kolayı yok bu işin.? dedi.
Kalktı kızının köşküne geldi. Mihriban Sultan da cariyelerinin vasıtasıyla babasının geldiğini haber aldı. Kendisini dalgınlığa verdi, yatağın içinde serildi yatıyor. Babası Erciyar Hükümdarı geldi, kızının baş tarafına oturdu. Kızının başını dizinin üstüne koydu, saçlarını okşaya okşaya ağlıyor. Biraz sonra Mihriban Sultan baygınlıktan uyanırmış gibi gözlerini açtı ki başı babasının dizinde. Babası da saçlarını okşayarak ağlıyor. Yavaşça toparlandı.
-Affet baba, geldiğini görememişim, kusurumu bağışla, dedi.
Babası dedi ki:
-Kızım sen hastasın, hastanın kusuru olmaz. Hele bir doğrul bakayım yavrum.
Kızı Mihriban Sultan, yatağının içinde doğruldu. Arkasına yastıklar çektiler cariyeler. Mihriban Sultan oturdu. Babası dedi ki:
-Kızım! Doktorlar günlerdir çalışıyorlar, ilaçlar yapıyorlar. İlaçlar tesir etmiyor. Sen bu derdinden ölürsen, bana mahşer yükü olacak bu iş. Kızım, hastalığın ne ise, bana söyle de ne pahasına olursa olsun, hastalığının ilacına bakayım yavrum, dedi.
Mihriban Sultan dedi ki:
-Baba! Bundan bir saat evvel yahut yarım saat evvel gelsen de ?Hastalığın ne?? diye sorsaydın, cevap veremezdim, bilmiyordum. Şimdiki bu dalgınlığımda yanıma ihtiyar ak sakallı bir pir geldi. Bana dedi ki: ?Kızım Mihriban Sultan! Yemen şehri civarında Elvan Dağı denen bir dağ var. O dağda bir tekke var. Sen gider, o tekkeyi ziyaret edersen, bu hastalıktan kurtulursun. Yoksa bu dertle ölürsün.? dedi ve gitti. Benim derdimin ilacı o tekkeymiş baba. Ziyaret edersem kurtarıyorum, yoksa ölüyorum, haberin olsun, dedi.
Babası Erciyar Hükümdarı biraz düşündükten sonra:
-Eyvah kızım, dedi. Derdinin ilacı çok zor yerdeymiş. 
-Niye baba, dedi.
-Niye olacak, orası haramî eşkıya yatağı, ben seni oraya nasıl göndereyim? Sen o haramilerin içinde tekkeyi nasıl bulup ziyaret edeceksin? Sonra sen oraya gidersen, daha bana hayrın kalmaz ki? Seni haramiler bırakmaz, alırlar. Sonra harami beldesinde tekke ne gezer? Ben bundan bir şey çıkartamıyorum, dedi.
Kız;
-Baba! Ben haramisini eşkıyasını bilmem. Benim derdimin ilacı Elvan Dağı´ndaki tekkeymiş. Ziyaret edersem kurtarırım. Yoksa gidiyorum haberin olsun, dedi. Ölüyorum.
Babası Erciyar Hükümdarı düşüne düşüne divanhanesine geldi, makamına oturdu. Kafasını avuçlarının içine aldı, biraz düşündükten sonra kendi kendine dedi ki: ?Ben koca bir padişahım. Bu çocuk bu dertle ölmektense, ben bunun yanına bir ordu katayım, ordu kumandanına teslim edeyim. Ordu kumandanı götürür tekkesini ziyaret ettirir. Koca ordu kumandanına ne yapabilirler ki? Götürür, ziyaret ettirir, alır gelir. Olur mu, olur.?
Emir ferman buyurdu, Ordu Kumandanı huzura geldi.
-Buyur şahım, deyip, divana durdu.
-Oğlum!
-Buyur Şah´ım!
-Oğlum, duymuşsundur belki. Kızım Mihriban Sultan hasta oldu. Derdine çare bulunmuyor. Yemen şehri civarında Elvan Dağı´nda bir tekke duymuş. O tekkeyi ziyaret etmek istiyor gönlü. Mihriban Sultan´ı götürecek, tekkesini ziyaret ettireceksin. Sağ selâmet olarak senden geri isterim, dedi.
Ordu Kumandanı da;
-Peki şahım dedi. Senin gibi bir şahın çocuğunu götürüp tekke ziyaret ettirip getirmek, benim için büyük bir şereftir. Götüreyim şahım, dedi.
Emri alıp huzurdan çıktı, ordusunun içine geldi. ?Orduyu bütün çeksem gitsem, yolda istihkak bulamaz, perişan oluruz.? diye düşündü. Askerinin içinden güvendiği pehlivan askerlerden dört bin pehlivan seçti. Kılıçlarını kalkanlarını verdi. Altlarına arap atlar verdi. ?Bu kız hasta. Güneşten incinmesin, askerler de padişahın kızını görmesin.? diye hecin devesinin üstüne bir yer yaptırdı. Kızı, keçebanın içine koydular. İhtiyaç duyar diye, Mihriban Sultan´ın yanına bir cariye verdiler.
Kervan göç etti. Hindistan şehrinden çıktılar. Uçaraktan göçerekten, lâle sümbül biçerekten, kahve tütün içerekten? Atın ayağı külük olur, âşık dili yüğrük olur. Günün birinde sağ selâmet olarak varıp yatsıdan sonra, gece yarısından biraz evvel Elvan Dağı´nın dibine geldiler.
Elvan Dağı´nın dibine gelince bir yarısı dediler ki:
-Kumandanım! Gece vakti tekkeyi bulamayız. Burada yatalım da sabahleyin ışık gözle çıkalım, dağda tekkeyi bulalım,
Ordu kumandanı dedi ki:
-Oğlum! Biz buraya kendi itikadımızla gelmedik. Bir hastamıza soralım, bakalım ki çocuk sabaha kadar tahammül edebiliyor mu, edemiyor mu? Ona göre hareket edelim.
-Peki dediler, tabi.
Ordu kumandanı atın üstünden inip Mihriban Sultan´ın devesinin yanına geldi. Keçebayı kaldırıp, boynunu içeriye uzattı.
-Kızım! Elvan Dağı´nın dibine geldik, fakat arkadaşlar; ?Bu vakitte tekkeyi bulamayız.? diyorlar. ?Burada yatalım da sabahleyin bulalım.? diyorlar. Ne diyorsun? Burada yatalım mı, yoksa gidelim mi?
Dedi ki:
-Kumandanım! Belki ben son nefesimi soluyorum. Tahammülüm var mı ki sabahı etmeye bakalım? Beni hiç düşünmüyorsun sen. Aha sabaha ölürsem, tekkeyi git kendin ziyaret et, ne yapacaksan, dedi.
Bu lafın üzerine kumandan hareket emrini verdi. Hareket ettiler. Gece yarısından biraz evvel Elvan Dağı´nın tepesine çıktılar.
Bunlar gelmekte olsunlar. Lâtif Şah ve Koca Lele bir odada yatıyor, askerler ayrı koğuşta yatıyor, demiştik. O gün de hikmet-i Perverdigâr, Lâtif Şah´ı uyku sarmaz oldu. Yatağın içinde o yana dönüyor, bu yana dönüyor, asla gözüne bir katre uyku gelmiyor. Sanki yatak diken oldu, batıyor. Yatağın içinde rahatsız olduğu için doğrulup elbisesini beriye çekti. Başladı elbisesini giymeye. Koca Lele, gözlerini açtı ki Lâtif Şah elbisesini giyiyor.
-Ne yapıyorsun Şah´ım, dedi.
-Lala´m! Bu gün beni uyku sarmadı. Yatağın içinde o yana bu yana döne döne kendimi helak ettim, öldüm. Elbisemi giyinip dışarıya çıkacağım ve sabaha kadar nöbeti ben tutacağım, dedi.
Lele dedi ki:
-Şah´ım! Şaha nöbet beklemek şayeste olmaz, caiz değildir. Askerler nöbetinizi bekliyor. Çocuklar vazifelerinde kusur komuyorlar. Rahatça yerinde yatarsan daha iyi edersin.
-Gönlüm öyle istiyor Lele´m. Bu gün nöbetçiliği ben yapacağım, dedi.
Koca Lele, laf söyleyemedi. Lâtif Şah, elbisesini giyinip kılıcını kalkanını kuşanıp dışarıya çıktı. Nöbetçiyi yanına çağırdı.
-Oğlum! Şu babamın fermanını bana ver bakayım, dedi.
Nöbetçi fermanı cebinden çıkarıp, Lâtif Şah´a verdi. Lâtif Şah, fermanı alıp cebine koydu.
-Tavlaya gidip, Benliboz´un takımını sırtına alıp, gemini başına geçir de dışarı getir bakalım, dedi.
Nöbetçi tavlaya gidip, Benliboz´un takımını sırtına alıp gemini başına geçirdi ve dışarıya çekti. Lâtif Şah Benliboz´nun üstüne bindi. Nöbetçiye dedi ki:
-Sen git arkadaşlarını uyartmadan yatağına gir. Güneş doğuncaya kadar bu gün nöbetçiliği ben yapacağım, dedi.
Bu iş tabi nöbetçinin canına minnet oldu, yatmaya gitti.
Lâtif Şah da Benliboz´unun üstüne bindi, Altın Bina´sının etrafında ağır ağır dolaşıyordu. Yol da Altın Bina´nın aşağısından geçiyordu. Kendi kendine dedi ki: ?Karanlıkta kervancılar geçer de yoldan göremem. Yakın üstüne gideyim, öyle bekleyeyim.? Benliboz´u sürdü, yolun üstüne indi. O yana bu yana gidip geliyor. Biraz sonra kulağına güpür güpür at ayak sesleri değmeye başladı. Güpürtü duyunca Lâtif Şah; ?Kervancılar geliyor.? dedi. ?Biraz kalabalık olsalar da malı çok alsam. Sabahleyin askerlere yiğitliğimi göstermiş olurum.? Güpürtünün geldiği tarafa doğru Benliboz´un kafasını çevirdi. Kısa dizginlerini bıraktı, gidiyor. Biraz gittikten sonra, ileride bir karartı toz koptu. ?Tamam, geldi herifler.? dedi. Kılıcını çekip kınından çıkardı. Benliboz´u birkaç adım daha ileriye doğru şahlandırıp, kılıcını kaldırıp;
-Durun bakalım arkadaş, dedi.
Ordu kumandanı askerlerinin önünde. Bu sesi duyunca; ?Haramîlere yakalandık, dedi, aklından.? Geriye döndü, askerlerine ?Dur!? emri verdi. Askerler, larp edene durdu. Asker durduktan sonra ordu kumandanı kendi kendine dedi ki: ?Adaaam! Benim yanımda dört bin tane pehlivan var. Burada beş-on tane haramî var. Dört bin pehlivana karış beş-on çete ne yapacak?? Geriye döndü, dedi ki:
-Oğlum, siz burada haramisiniz. Kervancı arıyorsunuz ki beş-on kuruş mal koparasınız. Biz kervancı değiliz.
Lâtif Şah;
-Necisiniz, diye sordu.
Kumandan da;
-Biz askeriz, dedi. Askerin bir kuru canı, belinde bir kılıcı, altında bir atı var. Bunu alıp da askeri yayan bırakmak hiç bir vicdana yakışmaz.
Lâtif Şah;
-Siz asker misiniz, dedi.
-Evet, askeriz.
-Öyleyse arkadaş işin doğrusun söyleyeyim; ben burada harami değilim, bir şahım. Asker bana maldan daha ihtiyaçlı. Askerini bölmemiz lâzım, dedi.
O zaman ordu kumandanı;
-Ulan serseri! Benim yanımda dört bin tane pehlivanım var. Kafan yarılmadan, kolun kırılmadan yıkıl bakalım ordunun önünden, dedi.
Lâtif Şah babasının fermanını cebinden çıkarıp ordu kumandanının önüne tuttu.
-Eğer fermana razı oluyorsan askerini bölelim, yok fermana razı olmuyorsan, fermanımı cebime koyup kılıcıma el atacağım, dedi. Ya kökünü keserim ya bölerim. Hiç bir tane bırakmam vallahi, dedi.
Ordu kumandanı fermanı görünce korktu. Kendi kendine dedi ki: ?Burada birkaç çeteyle dövüşmek dört bin askerle benim için kolay, fakat buna ferman veren padişah muhakkak benim peşime düşer. Ordusunu çeker gelir. Ben dört bin askerle bir orduya başa çıkamam. Bu, devlet dedi. Hepimizi haşat ederler. Bu adam burada askeri ne yapacak? Bu herhalde bu gün biraz fazla içmiş, sarhoş! Bizimle biraz eğleşip meğleşip bırakıp gider.? dedi.
-Oğlum, fermanını cebine koy, kılıcını da kınına koy gel. Böl bakalım askeri, ne yapacaksın, dedi. Lâtif Şah fermanını cebine koydu, kılıcını kınına koymadan, ordu kumandanı ile birlikte atlarını askere doğru çevirdiler. Bir o yana bir bu yana seçiyorlar. Karanlıkta herkesin talihine ne düşerse! Dört bin askeri ikişer bine böldüler. Yolun bir tarafına birisi düzülüyor, bir tarafına birisi düzülüyor. Geriye geldi ki karanlıkta bir deve yerden yukarı, üstü çakılı duruyor. Lâtif Şah deveye doğru bakınca, ordu kumandanı dedi ki:
-Oğlum, bundaki de mal değil haa! Mal umma bizden, dedi.
-Bu ney, dedi. Lâtif Şah.
Ordu kumandanı dedi ki aklından; ?Şimdi burada bir hanımla cariye var desem, bu ikisinin birini muhakkak alıyor. O zaman hanımı alır, cariyeyi bize bırakır. Ben de cariyeyle padişahın yanına nasıl giderim! Burada biri var diyeyim de belki bu biri almaz da bizi bırakır.?
-İçinde biri var, dedi.
Lâtif Şah;
-Şimdi ben bunu alsam senin hakkın bana geçer. Sana bıraksam, benim hakkım sana geçer. Mademki birbirimize hak geçirmeyeceğiz, gel bunu ortasından bölelim. Yarısı sana, yarısı bana!
Ordu kumandanı dedi ki:
-Oğlum, şu çocukluğu bırak. Sen çocuk değilsin şükür. Aklı başında bir adamsın. Bu zaten can sahibi, hasta. Yarı canda yaşıyor. Sen bunu vurur ortasından yararsan, yarısı sana olsa ne menfaati olur; bana olsa ne menfaati olur? Ölür!
-Ne yapayım ölürse yahu, dedi. Öbür dünyada sen fazla aldın bana noksan verdin diye birbirimize sorgu sual sormaktansa hakkımızı burada bölüşürsek daha iyi olur.
Böyle dedi, kılıcını çekip ileriye yürüdü. Ordu kumandanı baktı ki ciddi konuşuyor.
-Dur oğlum, dedi. Burada bir karar verelim, bir kavil keselim. Bu böyle olmayacak.
-Nasıl, dedi Lâtif Şah.
-Bu canı, sahibine soralım. Seni derse sana. Senden, ben bir hak iddia etmiyorum. Beni derse bana.
Aklından dedi ki: ?Bizi der, çeteyi der mi, bu kız? Tabi biz getirdik.? dedi.
Lâtif Şah da razı oldu.
-Peki dedi. Git sor. Seni derse sana, beni derse bana. Öbür dünyada birbirimizi rahatsız etmeyelim, dedi.
Ordu kumandanı atını ileriye sürüp Mihriban Sultan´ın devesinin yanına geldi. Keçebanın perdesini yukarıya atıp, kafasını içeriye soktu. Yavaş bir lisanla;
-Kızım, adamcağız askeri böldü. Gücüm yetmiyor. Hürriyet elimden gitti, dedi. Şimdi seni de ortadan kesmek istiyor. Kavil kestik, bunu istersen burada kalacaksın, bizi istersen biz seni alıp geri babana götüreceğiz, memleketimize. Ne diyorsun, dedi.
Mihriban Sultan dedi ki:
-Kumandanım! Sor ki adı neymiş, bir öğrenelim.
Ordu kumandanı kafasını geriye çekti, çıkartıp;
-Delikanlı sormak ayıp olmasın, bu muhitte sana kim derler, diye sordu.
-Bana Lâtif Şah derler, dedi.
Bunu kız içerde duydu ki herhalde tekkeye gelmiş. ?Tamam!? dedi aklından. Keçebanın perdesini geriye atıp kafasını çıkardı;
-Delikanlı ben seni düşmanın mıyım? Sen benden ne istiyorsun ki kesiyorsun beni ortamdan, dedi.
Lâtif Şah hiç umulmadık bir zamanda Mihriban Sultan´ı görünce, aklı başından gitti. Öyle bir kızdı ki;
Kaddi hub kamet
Müjgân-ı harrat,
Kaşları herrat,
Haddi kuduret,
Dü çeşmi afat
Itr-ı melahat,
Buhah ebiyyat,
Sine seyahat,
Zülfü zulumat,
Cebhi mahiyat,
Melek şecaat,
Dihanı nebat,
Bir bedir sıfat
Gılman nezaket,
Huriye nisbet.
Kızı görünce aklı başından gitti, bayılıp Benliboz´un tırnağının dibine tepesinin üstüne düştü. O zaman ordu kumandanı askerlerine;
-Kesin bakalım şunu, dedi. Asker bölmek neymiş öğrensin serseri.
Lâtif Şah´ın böldüğü dört bin asker kılıca el attılar; fakat o arada Mihriban Sultan, sıyrılıp devesinden aşağıya indi. Ordu kumandanına;
-Dur bakalım, dedi. Demin geldin bana yalvarıyordun. ?Hürriyetim elimden gitti, kızım seni ortadan kesecek bu adam. Askerî böldü.? diyordun. Şimdi burada bayılan adamı mı kesiyorsun, dedi. Bunu anan da keser. Onu sen düşürmedin, ben düşürdüm, dedi. Bunu öldürürsem de benim öldürmem lâzım, azat edersem de benim azat etmem lâzım. Al bakalım ordunu geri, dedi.
Ordu kumandanı ordusunu geri çekti. Ordu birbirine karıştı tabi. Kız da yanları sıra beraber gidiyor. Bunları götürdü otuz-kırk metre kadar geriye;
-Konaklayın buraya, dedi. Atlarımız serbestçe yayılsın.
Atlardan indiler. Atlarını çaktılar, kendileri oturdular. Mihriban Sultan geriye geldi ki Lâtif şah Benliboz´un önüne arkasının üstüne düşmüş. Ağzına da köpük yığılmış, dişleri de birbirine kitlenmiş, kolları iki tarafa serilmiş yatıyor. Benliboz da baş tarafında eşiniyor. Gelip Lâtif Şah´ın sağ tarafına çömeldi, yüzüne baktı göğsünü geçirdi. ?Çok şükür Mevlâ´ya, iyi ki gelmişiz. Amma tekkeymiş ha!? dedi. ?Tam ziyâret edilecek tekkeymiş.? Biraz durduktan sonra kendi kendine dedi ki: ?Bu ayılana kadar başında durursam, ayılınca beni bir daha askere vermez. Burada alı koymak ister. O zaman babamın adı Hindistan ülkesinde kötüye gider ki; ?Kızın gitti de kendi ayağıyla kendini haramilere sattı.´ derler. Babam da mahcup olur. Ben bir kız başımla bir hileye başvurdum. Yalandan hastalandım, ne yaptım, yaptım geldim, burada bunu gördüm, bu da beni gördü. Eğer bunun bir maharet hüneri varsa, ben bunu böyle yatarken bırakıp gideyim de gelsin beni Hindistan şehrinde bulsun, babamdan alsın ki babamın adı kötü olmasın, Olur mu olur. İyi olur hem de.? dedi.
Ayağa kalktı, gidecekti. İçerisine bir acı düştü. Kendi kendine dedi ki: ?Bu benim Hindistanlı olduğumu ola ki bilmez. Giderim, beklerim beklerim gelmez. Bu defa yalandan hastalandım geldim. O zaman ne uydurayım. Belki daha da gelemem. Ben buna bir nişane bırakayım da öyle gideyim.? dedi. Geriye gelip Lâtif Şah´ın sağ tarafına oturdu.
-Cariye! Aşağı gel bakalım, dedi.
Cariye de deveden sıyrılıp aşağıya indi.
-Buyur hanım!
-Kızım! Yanında kalemin kâğıdın var mı, dedi.
-Var hanımım.
-Çıkart bakalım.
Cariye kâğıdı kalemi çıkarttı, Mihriban Sultan´a uzattı. Mihriban Sultan;
-Yok. Bende değil sende kalacak. Bu hastanın sol tarafına da sen otur bakalım, dedi.
Cariye Lâtif Şah´ın sol tarafına oturdu.
-Cariye, dedi.
-Buyur hanım!
-Kızım kâğıdı sağ dizinin üstüne koy. Sağ elinin parmaklarıyla kalemi iyice tut. Ben bu hastanın başında, hastaya şifa olsun, diye birkaç tane söz söyleyeceğim. Eğer söylemiş olduğum sözlerin bir harfini noksan yazarsan, tepene öyle bir yumruk vururum ki seni yerin içine geçiririm.
Cariye dedi ki:
-Hanımım, sen hastasın, üzülürsün yahu!
-Kız, tekkeyi ziyaret ettim. Gözün kör mü? Hastalık geçti, dedi. Kendini toparla!
Cariye durumu anladı. Sağ dizinin üstüne kalemi koyup, sağ elinin parmaklarıyla kaleme kayımca sarıldı. Kâğıdın üstüne koydu.
-Hazırım hanım, dedi.
Aldı bakalım Mihriban Sultan, baygın yatan Lâtif Şah´ın başında ne söyledi, cariyesi ne yazdı? Biz ne söyledik, oturan arkadaşlar ne dinlediler?
Hâb-i nazda yatan bî-haber oğlan
Bir od saldın şirin cana giderim
Billahi kesildi sabrım kararım
Ateş aldım yana yana giderim
-Yazdın mı cariye, dedi.
-Yazdım hanım dedi.
-Bir daha yaz, dedi.
-Peki, hanım bir daha yazalım.
Aldı bir daha:
Eğnimden dökerim yeşili alı
Göğ giyer yas tutar beklerim yolu
Yâdigâr al sakla bu arzuhalı
Sana verip bir nişane giderim
-Bunu da yazdın mı cariye, dedi.
-Bunu da yazdım hanım, dedi.
-Bir daha yaz, dedi.
-Peki, hanım bir daha yazayım.
Aldı bir daha:
Mihriban Sultan da müptelâ oldu
Gözüm gördü gönlüm intizar kaldı
Mekânda menzilim üç aylık yoldu
Haber alsan Hindistan´a giderim
deyip kesti.
-Yazdın mı cariye, dedi.
-Yazdım hanım.
-Bana ver bakalım, dedi.
Kâğıdı cariyenin elinden aldı, bir göz gezdirdi ki iyi yazmış.
-Kalemi de ver bakalım, dedi.
Kalemi de aldı kendi de altına yazdı ki; ?Delikanlı! Belki benim aslımı neslimi sorup da benim kim olduğumu anlamak istersen! Bana Hindistan şehrinde Erciyar Hükümdarı´nın kızı Mihriban Sultan derler. Ben geldim seni gördüm. Sen de beni gördün. Eğer bir maharet hünerin varsa, kâğıdım koynundan çıkınca, gel beni Hindistan şehrinde bul. Gönlüm sende!? Böyle yazdı. Kâğıdı bir zarfın içine koydu, ağzını yapıştırdı. Lâtif Şah´ın sol göğsünün üstüne yeleğinin altına koydu.
-Cariye dedi.
-Buyur hanım! Git ordu kumandanına söyle hazırlansınlar, gidelim gayrı, dedi.
Cariye, ordu kumandanına habere gidince, Mihriban Sultan aşağıya eğilip, Lâtif Şah´ın iki yanağından iki de buse aldı. Yüreği yerine oturdu. Zaten hasta değildi. Kalktı, o da cariyenin peşi sıra deveyi yedekledi, geldi.
-Kumandanım! Ben tekkemi ziyaret ettim. Hastalığım geçti, haydi bakalım gidelim, dedi.
Ordu kumandanı;
-Kızım, o adam ne oldu, dedi.
-Boş ver o adamı! Serserinin biri öldü mü, ne oldu? Ne yapacaksın o adamı sen, dedi.
Bunun bölmüş olduğu askerler zaten birbirine karışmıştı. Kızları yine keçebanın içine koydular. Herkes atının binip döndüler geriye. Öyle bir gidiyorlar ki o adam gelir de arkamızdan yetişir, diye. Kızıl kıyamet, geçti gittiler.
Onlar gitmekte olsun, bir müddet sonra sabah oldu. Koca Lele sabahtan gözünü açtı ki; Lâtif Şah´ın yatağı hâlâ boş, gelmemiş.
-Eyvah felek! İhtiyarlık böyle işte. Ben, akşamdan yattım da sabahtan gözümü zor açtım. Bu gece aklı yemedi, nöbete kalktı. Askerler de demek ki nöbetini değiştirmemişler. Sabaha kadar çocuk nöbette kaldı. Padişah bana tembih etti. Amma mukayyet olurmuşuz adama, dedi.
Hemen kalktı elbisesini giyindi, dışarıya çıktı. O yana bu yana baktı Koca Lele, Lâtif Şah hiç görünürlerde yok. ?Acaba askerlerin koğuşuna mı girdi bu?? dedi aklından. Askerlerin koğuşuna gitti. Askerler hasır gibi yatıyor. İçlerinde yok. O zaman içerisine bir acı düştü; ?Babası beni öldürür.? diye korktu. Seslenmesiyle bütün asker uyandı.
-Buyur vezirim,!
Dedi ki:
-Oğlum! Şah´ınız akşamdan nöbete kalktı. O adam; ?Ben sabaha kadar beklerim.? dediyse bile hiç öyle bırakılır mı? Gece kalkılır da nöbet değişilmez mi? Şimdi ortalıkta görünmüyor. Babası hepimizi öldürür. Hiç birimizi sağ bırakmaz. Kalkın bakayım!
Elbisesini kafasına geçiren asker, kovandan arının dışarı dolaştığı gibi dışarıya dolaştılar. Etrafa döküldüler. Arıyorlar, hiç yok. Herkes arıyor ama Koca Lele´nin Keloğlan´ı yani Ahmet, kendisini Lâtif Şah evlendirdiği için, o daha candan arıyor. O yana bu yana koşuyor Keloğlan. Bir yüce yere çıktı ki Lâtif Şah´ın atı ta ileride yolun altında bir çukurda. Benliboz´un kafası görünüyor. ?Tamam! At orada kendi de oralardadır.? dedi. Ahmet, aşağıya koştu, geldi ki Lâtif Şah orada. Benliboz´un önüne düşmüş, kolları iki tarafa serilmiş, dişleri kilitlenmiş, ağzına bir kanlı köpük yığılıyor. Boğazı hırıl hırıl, orada yatıyor. Benliboz da baş tarafında eşiniyor. Ahmet, bunu görünce; ?Bu herhalde kudurmuş.? dedi. ?Bu kudurmuş kudurmaya, daha iflah olacağı kalmamış, bunda para vardır. Asker gelmeden, ben şundan bir parça para kopartayım.? dedi. Ahmet, Lâtif Şah´ın sağ tarafına çömeldi. Elini ceplerine, oraya buraya sokup sokup çıkartıyor. Elini oraya buraya sokarken bir yere soktu ki burada bir kâğıt. Şöyle bir yokladı, ?Bu paraya benzemiyor, ama fesime yakışır. Bu iyi rastladı.? dedi. Fesinin içine koyup kafasını örttü. ?Olur ki uyanır da beni öldürür.? diye Lâtif Şah´ın başında fazla kalamadı. Oradan kaçtı, koşa koşa binaya geliyor.
Ahmed´in babası Koca Lele de Altın Bina´nın kapısının önüne çömelmiş, kafasını avuçlarının içine almış; ?Acaba bu nereye gitti de çocuklar bulamıyor?? diye düşünüyordu. Bir ara gördü ki kendi oğlu Ahmet, koşarak geliyor. Anladı ki Keloğlan bir haber getiriyor. Keloğlan yaklaşınca ayağa kalktı.
-Oğlum!
-Buyur baba!
-Oğlum, Lâtif Şah´tan bir haberi çıkartamadınız mı?
-Ben buldum baba, dedi.
-Nerde?
-Daha şurada kudurmuş.
-Ulan dilin dursun. Koca Şah kudurur mu?
-Baba, ben kudurtmadım ya, akşamleyin kudurmuş, orada, dedi.
Ahmet, babasının önüne düştü. Babası Koca Lele peşine düştü. Öyle bir gidiyorlar ki üstten aşağı, sorma. Askerler, o tarafta bir iş olduğunu anladı, hep o tarafa akın ettiler. Geldiler ki hakikaten kudurmuş! O yana yuvarlıyorlar, bu yana çalkalıyorlar, etlerini sıkıyorlar ayıltmanın hiç imkânı yok.
-Eyvah felek! Bu ölürse, babası hepimizi kırar geçirir, dediler.
Lâtif Şah´ı kucaklayıp, Benliboz´ın üstüne yüklediler. İki asker, iki tarafından tuttu. Bir de yedeğine at aldı, sürdü Yemen şehrine getiriyorlar ki babası tabiplere tedavi ettirsin de iyi etsin, diye. Şehre yaklaşınca Koca Lele, askerin biriyle haberci gönderdi. Babası yer hazırladı. Lâtif Şah´ı, getirdiler tüy döşeklerin üstüne yatırdılar. Babası ağlayarak gelip baş tarafına oturdu. Güvendiği hususi tabipleri geldiler, iki-üç saat kadar buna iğne ilaç verdiler. Yok, hiç tesir etmedi. Kımıldatamadılar.
Lâtif Şah kımıldamayıp gözlerini açmayınca babası tahammül edemedi. Koca Lele´ye doğruldu;
-Lele´m! Ben seni bunun yanına kattım ki buna mukayyet ol diye. Ne yaptın yahu, dedi.
Dedi ki:
-Şah´ım! Sen benim yanımda olsan, sen benim kadar mukayyet olmazdın buna. Ben bunu, sağ gözümden sol gözüme inanmıyordum. Mukayyet oldum; fakat ne yapayım? Dert bu, geldi, hastalandı.
Dedi ki:
-Lele! Bu çocuktaki hastalık değil. Eğer bundaki bir hastalık olsaydı, tabipler, bu çocuğu muhakkak ayıltırdı. Bunun başında başka bir hâl var. Sana üç gün müsaade ediyorum, dedi. Bu üç günün içinde eğer bu çocuğu ayıltıp benimle konuşturdun konuşturdun, konuşturamazsan, iş dördüncü güne kalırsa, sabah erkenden güneş doğarken, boynunu kestireceğim haberin olsun, dedi.
Oğlunun yanından çıkıp gitti.
Koca Lele, vayyandıma düştü. Herkes dağıldı gittiler. Koca Lele ağlıyor, feryat ediyor, o yana bu yana dolanıyor. Düşünüyor, nerde ayıltıcı ilaçlar aklına geliyorsa, alıp getiriyor, Lâtif Şah´ın ağzından sokuyor, boğazına ta parmağıyla iyice sokup yutturuyor, hiç tesiri yok. Üç gün uğraştı tesiri olamadı. İkindi oldu sabahleyin idam olacak. Tabi oturacak mecali kalmadı, bu adamın. Ağlayarak Yemen şehrinin sakaklarında dolanıyor.
İkindinin sırası Yemen şehrinin bir sokağından, bir mağazanın önünden geçiyordu. İçeriye baktı ki biraz sazlar takılı. ?Ulan bu çocukta bir aşk alâmeti mi var yoksa?? dedi aklından. ?Olmadık ilaçlar yazıldı, bir tesiri olmadı, bir de şundan deneyeyim. Zaten öleceğim ölmesine, bakalım bir tesiri olur mu?? Mağazaya girdi, ondan iyi bir saz satın aldı. Paltosunun altına sakladı, kimseye göstermeden. Lâtif Şah´ın hasta yattığı odaya geldi, Lâtif Şah´ın baş tarafına oturdu. Sazının tellerini düzeltti, bağrına bastı. Sazın tellerine gelişi güzel vurmaya başladı. Sazın tellerine vurunca Lâtif Şah´ın orası burası seğrimeye başladı. ?İnşallah bir istifadesi olacak!?