BATI HAYRANLIĞI DA K ARŞITLIĞI DA ÇIKMAZ SOKAK!
Nasıl mı?
Şöyle: Hem körü körüne Batı karşıtlığı yaparak; hem de serapa, aptalca bir Batı-hayranlığı geliştirerek...
Oysa körü körüne Batı karşıtlığı ve düşmanlığı da; serapa Batı-yanlılığı da Batı`nın hegemonyasını yeniden üretmesine, meşrulaştırmasına ve pekiştirmesine katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramıyor. Ama biz bu yakıcı gerçeği fark edebilmiş bile değiliz henüz.
Dahası Batı karşıtlığı da, serapa Batı hayranlığı da Batılıların yeryüzünde kurdukları kültürel, siyasî, ekonomik hegemonyayı, bu hegemonyanın kodlarını bırakınız kırmayı anlamamızı bile zorlaştırıyor; hatta giderek imkansızlaştırıyor.
Burada sorulacak soru şu: `Batı hayranı` tavırların ve söylemlerin Batılıların her tür hegemonyalarını pekiştirdiğini biliyoruz da, Batı-karşıtı tavırların ve söylemlerin Batılıların hegemonyalarının pekiştirilmesine ve meşrulaştırılmasına nasıl olup da katkıda bulunduğunu anlayamıyoruz? Batılıların haksız hegemonyalarına karşı çıkmayacak mıyız?
Elbette ki, `karşı çıkacağız`. Ama nasıl `karşı çıkacağız`? Sorulması gereken soru bu. Ki, bu da bir `dil` sorunu tabii ki.
Bu soruya yakından bakıldığında genelde bütün dünyanın, özelde ise Müslümanların söylemlerinin aslında yapıp ettikleri şeyin Batılıların hegemonyalarını daha bir pekiştirmekten başka bir işe yaramadığı ortaya çıkacaktır.
REAKSİYON, BATI`YI
MEŞRULAŞTIRIR!
Şöyle ki: Batı`ya karşı geliştirdiğimiz tavır ve söylemlerin hemen hepsi `reaksiyoner` tavırlar ve söylemlerden öteye geçemiyor.
Oysa reaksiyoner tavırlar ve söylemler, Batılıların hegemonyalarını yeniden üretmelerine, pekiştirmelerine ve meşrulaştırmalarına yarıyor.
Neden?
Çünkü Batıya karşı geliştirdiğimiz söylemlerde Özne biz değiliz, hep Batı / Batılılar oluyor. Reaksi-yon, hep aksiyon hâlinde olan Batı tarafından belirlenen alanda oynamamıza, hareket etmemize; yani hep Batılı söylemler tarafından tanımlaNmamıza ve bu söylemlere yine Batılı kavramlar ve duruşlarla tepki vermemize yol açıyor.
Eğer Batılıların haksız hegemonyalarına gerçekten anlamlı bir şekilde dikkat çekmek ve hatta bu hegemonyanın kırılmasına katkıda bulunmak istiyorsak, reaksiyoner tavırları (dolayısıyla Batılıların belirlediği `alan`da `oynama`yı ve `hareket etme`yi) bir an önce terk etmek zorundayız: Batı`ya KARŞI değil; Batı`ya RAĞMEN bir şeyler söyleme ve yapma özgüvenine, sıhhatine kavuştuğumuz an, söylediklerimizin ve yaptıklarımızın bir anlamı ve karşılığı olabilir. Aksi takdirde Batılıların bile yapamadıkları bir şeyi yapmaktan, yani Batılıların `papaz`ı olmaktan kendimizi kolay kolay kurtaramayız.
`Batı`ya karşı` geliştirilen tüm söylemlerin merkezinde BİZ yokuz; Batı var. Reaksiyon, Batılılar tarafından ortaya konan aksiyon`un ve yine Batılılar tarafından belirlenen `oyun`un ve `hareket alanı`nın kabul edildiği anlamına gelir. Bizim Batılılar tarafından tanımlandığımız ve bu tanımla(n)maya karşı gösterdiğimiz reaksiyon`la bu tanımla(n)manın dışına çıkamadığımız; bunun dışına çıkabilecek bize özgü bir `oyun` ve `hareket alanı`, bize özgü bir varoluş, eyleyiş / eylem ve konuşma alanı`nda bulunmadığımız ve her şeyden önce böylesi bir eylem / konuşma / varoluş alanı icat ve inşa etmemiz gerektiği hayatî gerçeğini henüz kavrayamadığımız anlamına gelir.
ÇIKIŞ YOLU: `RAĞMEN` TAVRI
Batıya karşı değil Batı`ya RAĞMEN icat etmek zorunda olduğumuz böylesi bir varoluş, konuşma ve eylem alanı meselesinin farkında olmadığımız için Soğuk Savaş`ın sona ermesinden sonra hızla küreselleşmeye başlayan postmodern söylemler, genelde tüm dünyadaki, özelde ise Müslüman elitleri ve `aydın`ları, bu kez daha doğrudan Batılıların `papaz`ı yaptı.
Öyle ki, Müslüman elitlerin ve `aydın`ların artık bir referans sorunları kalmadı. Onların da söylemlerinin merkezinde `demokrasi, Batı tipi laiklik, sivil toplum, insan hakları` gibi paradigmalar yer alıyor.
Üstüne üstlük bu paradigmaların `evrensel` olduğunu onlar da söyleyebiliyorlar. Önceden yalnızca `modernleştirici` veya `Batıcı` elitler ve `aydınlar` Batılıların `papaz`ı rolü oynuyorlardı. Şimdiyse, bu rolü oynamaya Müslüman elitler (teknokratlar, bürokratlar ve politikacılarla) Müslüman `aydın`lar da hazır ve nazır olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar! Pes doğrusu!
Oysa Batı`daki birinci sınıf aydınlar bile bu paradigmaların, Batılıların hegemonyalarını çaktırmadan, daha örtük ve sofistike şekillerde ve yöntemlerle meşrulaştırmaya hizmet ettiğine; diğer kültürleri ve referans kaynaklarını düzleştirmeye ve tüketmeye zemin hazırladığı için sonuç itibariyle dünyayı sonu nereye varacağı belli olmayan kutuplaşmaların ve çatışmaların eşiğine sürüklediğine dikkat çekerken Müslüman `aydın`ların bile bu tüketici, düzleştirici, Batı-hegemonyasını yeniden-üretici ve meşrulaştırıcı retoriksel söylemleri söylemlerinin merkezine oturtmaları, dolayısıyla referanslarını `yitirmeleri` hem ne denli sığ olduklarının; hem de kendilerine olan özgüvenlerinin ne denli acınası boyutlarda seyrettiğinin göstergesidir.
Oysa Referansı olmamak, asla Özne olamamak ve var-olamamak demektir.
Peki, bu handikap nasıl aşılacak? Bu sorunun cevabı üzerinde de siz kafa patlatın artık.