Sadece üç dakika teker şişirmeme tahammül edemeyen adam, sanki birazdan aynı şeyi kendisi yapmayacakmış gibi zıvanadan çıkmış bir şekilde ellerini birbirine vurarak çemkiriyor. Poğaça-simit için sıranın önüne kaynak yapan adama itiraz edince hemen içinden bir manyak çıkıveriyor. Artık sabırlar pek çabuk tükeniyor, akıllar pek kolay kaybediliyor. Mâlum salgının ardından sinirler artık yatışacak derken, durum belki daha da vahim hâle geliyor. Bunu görmek için habercilerin her akşam sofralara servis ettiği “3. sayfa” türünden şiddet haberlerine şöyle bir göz atmak yeterli.
Aslında yakın zamanlara kadar “büyük”leşmiş şehirlerimizde yaşayan insanımızın sabırlı olmayı öğrendiğini düşünürdüm. Zaten tatilin bile korkunç bir trafik çilesiyle anıldığı ülkemizde kimse bize “sabırsız” diyemezdi. Ama görünen o ki sabırlı olmak huzurlu olmak anlamına gelmiyormuş. Meğer insanlara biraz da otomatik viteslerin ve klimaların bahşettiği sabır kuvveti, içte biriken öfke ve nefreti saklıyormuş. Demek ki insanları sürekli huzursuz eden başka bir şey var ki bence bu “para”yla alâkalı. Zannediyorum ki uzun zamandan beri birçok şey gibi hâlet-i rûhiyemiz de paraya endekslenmiş durumda. Geçim elbette ki her zaman mühim bir mesele olmuştur. Ama şimdiki geçim sıkıntısı başka zamanlardaki gibi değil. Nitekim para olsa da sıkıntı hiç bitmiyor, çünkü “ihtiyaç” zannettiğimiz şeyler sürekli artıyor.
Bir kere, şehirdeysek mutlaka sürekli birşeyler “tüketmek” zorundayız. Dilimizde bir zamanlar menfî anlama sahip olan bu tüketim kelimesi zaten gündelik dilde epey normalleşmiş bulunuyor. Şimdilerde yemeği bile “tüketmek”ten bahsediyoruz. Bence bizi sinirli yapan işte bu tüketme zorunluluğundan kaynaklanan sıkıntılar. Bir yere herkes gibi hususî arabayla gidemiyor da ailecek otobüse, dolmuşa mı biniyoruz? Sıkıntı. Çocuğu bazıları gibi özel okula veremiyor muyuz? Sıkıntı. Otellerde tatil yapamıyor muyuz? Sıkıntı. Cep, telefonu, bilgisayar, sitede daire, AVM’de alışveriş, giyim-kuşam, yeme-içme… Bunlar hep potansiyel sıkıntı kaynakları ve listenin sonu bile gelmiyor.
Gerçekten de varoluşumuzun anlamı hasseten tüketmekten ibaret oldu. Şehir kavramının bir inanç medeniyetinin başlıca merkezi olarak anlamı da bu sayede tüketim medeniyetinin bir merkezi olarak dönüşüme uğradı. Böylece bütün ekonomik, siyâsî ve kültürel yapılarımız ve tabiî ki de bütün yaşama ve barınma tarzlarımız sadece ve sadece tüketimin kurallarıyla şekillenmeye başladı. Gerçekten de tüketimcilik (konsümerizm) adeta bir din gibi kendi medeniyetini kurduğu için, şehirlerin şekillenmesinden insan ilişkilerine kadar yaşadığımız dünyâyı tamamen kendine göre kuruyor ve artık öncesini veya var ise ötesini görmek imkânsız hâle geliyor. Ama tüketimle avutulduğumuz için bu ihtiyacı duymuyor, daha da kötüsü üreticiler için tükettiğimiz şeyler gibi “nesne”lere dönüştüğümüzü de fark edemiyoruz. İşte yukarıda zikredilen o “sıkıntılar” yaşandığında artık nesnelerden başka bir dünyâsı, tutunacak başka dalları kalmamış insan da ister istemez çıldırmaya başlıyor.
Şehirlerde sürekli tüketmeye mahkûm olduğumuz için kötü anlamda bir yoksunluk olarak gördüğümüz fakirleşme, bence aslında insanın normali olan, doğal ve belki de müspet bir şey. Doğal olduğu için insanî ve umûma şâmil olan ve de ayıp sayılmayan bu müspet fakirlik, doktorsuzluk, okulsuzluk, işsizlik ve açlık anlamına gelmek zorunda da değil. Bu göreceli “fakirlik” daha çok her an yenisi üretilen nesnelerin veya sürekli daha iyisi olarak sunulan hizmetlerin tüketicisi olmak için yaşamak zorunda olmamak demek. Aslında bu, bugün rûhen fakirleşerek varoluş odağını kaybetmiş insanın kendine dönmesi demek. İnsanın sadece bir “tüketici” olarak nesneleştirildiği gizli kölelikten azâd olması demek. İnsanları bölen, birbirlerinin rakîbi ve düşmanı yapan ve mutluğu maddeye hasreden göreceli zenginliklerin aksine, olabildiğince başkalarıyla dayanışarak yaşamak ve dünyâ hayatının sıkıntısını maddeye hasretmek demek.
Biraz geç keşfettiğim Mecid Mecidi filmlerindeki “göreceli fakirlik”in yönetmenin yukarıdaki düşünceleri destekleyici bir mesajı olduğunu düşünüyorum. Fakirlik bu filmlerin önemli bir unsuru, çünkü insanı başka insanlarla, nesnelerle ve aslında dünyâyla görece daha tabiî ilişkiler kurmaya zorluyor. “Cennetin Çocukları”nda (1997) kızkardeşinin ayakkabısını tamir ettirdikten sonra kaybeden Ali’nin kendi ayakkabısını kardeşiyle paylaşmak zorunda kalmasını sadece acınacak bir durum olarak görmemeli. Filmde çocuklar henüz fakirlikten utansa da, anne-baba için asıl uzun zamandır ödenmemiş kirasının peşine düşen evsahibinin tamahkârlığı utanılacak bir şey olarak gösteriliyor. Evinde kızı Zehra’nın getirdiği çaya koyacak şekeri olmayan babanın, o sırada çalıştığı caminin çayhanesi için kesmekte olduğu şekerlerden bir tanesini bile “tüketme”ye râzı olmaması göreceli fakirliği - bireye kendini sınama ve dünyâya karşı bir kere daha kazanma fırsatı sunduğu için - anlamlı hâle getiriyor. Eğer şimdi bizde olduğu gibi o aile için de her yerden şeker yağsaydı bu fedâkârlığın diyet yapmak dışında bir anlamı olabilir miydi? Ne kadar fakir olsa da baba Emir Nâci kendini nefsine hâkim olabilen, dünyâya karşı muktedir ve mes’uliyet sahibi olan mühim bir varlık gibi hissedebilir miydi?
“Serçelerin Şarkısı”nda (2008) yönetmenin çok sevdiği oyuncu-karakter Muhammed Emir Nâci’nin, bu sefer Kerim ismiyle yakındaki büyük şehre yolu düştüğü bir zamanda tesadüfen motosiklet-taksicisine dönüştüğüne ve sürekli olarak şehirlilerin “tüketim”lerinden arta kalan şeyleri evinin bahçesine taşıdığına şâhit oluyoruz. Hatta mavi bir kapıyı hanımının komşusuna verdiğini öğrenince sinirleniyor ve hemen gidip kapıyı geri alıyor. Bir süre sonra ihtiyacı olmadığı halde topladığı ve bahçesinde üstüste yığdığı bu “atık”ların üstüne çökmesi sonucunda ağır yaralanan Kerim, hasta yatağından biriktirdiklerinin komşuları tarafından birer birer alınıp götürülmesini hüzünlü gözlerle izlerken, biz de büyük şehirde madde hastalığına kapılmış olan baş karakterin köydeki evinde hem bedenen, hem de rûhen iyileşmekte olduğunu anlıyoruz.
Mecidi’nin filmlerini izlerken kapıldığım duyguyu bir ara kendime şöyle tarif ettim: “çocukluğumda bir zaman çıkmış olduğum ve uzun zamandır yolunu bulamadığım evime dönmüşüm gibi”. Bu hisse kapılmamda bu filmlerin çekildiği ülkenin insanlarının ve kültürünün bende “bir zamanlar Anadolu”yu çağrıştırması önemli elbette. İnsanlar açısından benzerlik bâkî olsa da, kültür açısından hem yarılmalar, hem de bu sefer “küresellik” açısından yeniden benzeşmeler söz konusu ki, her ikisi de iyi bir şey sayılmaz. Mekân ise bambaşka bir olay. Mecidi filmlerindeki eskiden kalma İran evleri ve sokaklarının muadilleri ben küçük bir çocukken bile Türkiye’nin çoğu yöresinde artık mevcut değildi. Ama yine de küçük apartmanlı küçük şehirlerde benzer mütevazilikteki bir insan-mekân-kültür örüntüsünün mevcut olduğunu söyleyebilirim. İşte dönüş yolunu bulamadığım ve Mecidi filmlerinde hatırladığım ev hissinin kaynağı bunlardan ibaret.
“Büyük” değil “hakikî” şehrin sokaklarının yüzyıllardır neleri muhafaza ettiğini, onlarla birlikte nelerin kaybolup gittiğini şimdi daha iyi anlayabiliyorum. O nedenle, kaderimizi şimdiki çevremizin mühürlenmiş olduğuna inanıyorum. Galiba çoğu kimse artık bir şehirde neden “otur”duğuna dair para ve eğlence dışında “hakikî” bir gerekçe sahibi değil.