Şimdi düşündüğümde, Erzurum’dan Kayseri’ye taşınışımız bana alacakaranlıkta yatağımdan kalkmaya zorlandığım bir okul sabahı kadar hüzünlü görünüyor. Palandöken’in eteklerinde, medeniyetin tam kıyısında özgürce hâkimiyet kurduğumu sandığım yumuşak tepelikler, yazın gelinciklerle ve mor sümbüllerle kaplanan engin düzlükler, çamların içinden geçen ıssız patikalar, kimsenin geçmediği çatlamış kaldırımlı asfalt yollar birden bire kaybolup gitmişti. Şimdi bir sürü caddesi olan bir şehirdeydik. Her yaz olduğu gibi İstanbul’da aile büyüklerinin yanında sıkılarak geçirilen tatilden sonra kışın en büyük eğlencesi olan karı dört gözle beklemeye başladım. Ama o pek nadiren geliyor, geldikten bir süre sonra da çamura dönüşüyordu. Babamın sanayide yaptırdığını izlemiş olduğum zavallı kızağımızı balkonda çürümeye terk ettikten sonra hayatımda bir devrin kapanmış olduğunu idrak ettim.
On yaşında gelmiş olduğum Kayseri, o sıralar ben farkında olmasam da hızla şehirleşiyordu. Şehir benim için daha çok mecbur kalınca caddede top oynamak, bir yerden diğerine otobüs veya minibüsle gitmek ve sıkışık bir apartman denizinde yaşamaktan ibaretti. Bizimkinin ismi “Harputluoğlu”ydu ve otomobil bakımından henüz tenha sayılabilecek Fuzuli Caddesi üzerinde bulunuyordu. Ev sahibimiz, bütün binanın da sahibi olan, sert bakışlı, beyaz sakallı bir hacı amcaydı. Oğlu güler yüzlü Ömer abi zemin kattaki züccaciye dükkânını işletirdi. Mutfağın yanısıra bir de yatak odasının baktığı ve hiç sevmediğim ışıklıktan bir gün evimize düşüveren hasta bir serçe, sanırım uzanamadığım bir dolap arkasına girince onu çağırmıştım; o da gelip kuşu çıkarmıştı. Minik yaratık ölünce bir beze sarıp apartmanımızın bitişiğindeki boş arsanın bir köşesine gömmek zorunda kaldım. Bu boş arsa, çocukluğumun “şehirli” olan ikinci yarısına bir renk verecekti. Bizim binanın o tarafta hiç penceresi yoktu. Çok sonraları bunun “bitişik nizam” denen şeyle ilgisi olduğunu öğrendim. Elektrik borularıyla üflenen külahları buradan beşinci katın çatısına atabilmek çok önemli bir şeydi. Bütün maçlar, Alman kaleleri, körebeler, saklambaçlar, kızların ip atlamaları ve uzuneşekler burada oynanırdı. Ama benim için galiba en önemlisi misket oyunlarıydı. Çünkü her birinin içinde farklı renkte bir cevher olan o güzel cam toplar ve mika, hatta demir bilyeler, bu arsanın toprak zemininde el değiştirirdi. Hâlâ bazen yere eşilmiş ufacık kuyuların etrafında karış açtığımı hayal ederim.
Arsanın diğer uzun sınırında henüz yıkılma sırası gelmemiş iki evin duvarları vardı. En diptekinin alçak duvarlı büyük bahçesinde kadınlar yaz sonunda salça kaynatırdı. Belki de böyle bir sırada kaldırdığımız tozdan rahatsız olan o kadınlardan birinin kızarak “boyalı anaları”mızdan bahsedişi beni epey gücendirmişti. Ama bahçedeki bir iğde ağacından düşüp de nefessiz kaldığımda bana bir maşrapa su içirmeye çalışınca onu affetmiştim. Arsamız apartmanın köşesinden sağa kıvrılarak arkada devam ederdi. Buradaki diğer toprak avlu ve etrafındaki kapıcı evi ve kömürlüklerin düz damları bir başka oyun sahasıydı. Bitişiğimizdeki Kestane Apartmanı dâhil diğer apartmanların kömürlüklerinin sırt sırta ve yan yana uzun sıralar halinde toplaştıkları bu yerde hayalî bir sinema filminde oynadığımızı hatırlıyorum. Yönetmen tabiî ki abimdi. Üst üste koyduğu briketlerin en üsttekinin deliğinden onlu yaşlardaki diğer çocukların senaryosuna göre kestikleri rolleri güya kaydediyordu. “Stop!” ve “motor!” emirleriyle kızılderililer, kovboylar, şövalyeler dövüşüyor, naralar eşliğinde damlara tırmanarak veya aşağı atlayarak savaşıyorlardı. Abimin projelerini genellikle Kestane Apartmanından Veli adlı iri kıyım bir çocuk finanse ederdi. “Buharlı Robot” veya “Banka” bunlar arasında hatırladıklarımdan ikisidir. Hatta bir gün evimize gelen bir çocuğun bankaya yatırmış olduğu paradan bir lira çekmek isteyişi karşısında abimin “banka kapalı” diyerek kapıyı yüzüne kapayışını her zaman gülümseyerek hatırlarım.
Kayserilinin ticaret geleneği abartı değildir. Daha ikinci yılımda şehrin yerlisi arkadaşlarıma özenerek stadın önünde sakız satmaya çalışmış, ama bir iki günün sonunda tamamen elimde kalan bir kutu “tipitip”le pes etmiştim. Biraz daha büyüyünce bir dükkâna çırak olmama babam izin vermemişti. Yazın bir kuruyemişçide işe başlayan bir arkadaşıma bakıp da kendimi eksik hissettiğimi hatırlıyorum. Buna rağmen maket uçak parası toplamak için resimli romanlarımın bir kısmını arsamızın ucundaki yıkık evin önünde satmayı başardım. Şehir beni ister istemez bir kalıba sokuyordu ama, aslında ona yabancılığım hiç geçmedi. Zaten bir süre sonra aynen Erzurum’daki gibi bütün yabancıların toplaştığı Talas yolundaki lojmanlara taşındık. Bu değişiklik sonrasında artık sokaklarını ezberlemeye başladığım şehirden kopmaya başladım. Bu arada transfer olduğum Kayseri Lisesi’ndeki Almancacı sınıfımızın öğrencileri çoğunlukla civar ilçe ve köylerden geldikleri için, şehre benden bile fazla yabancıydılar. Bu zamanlardan kalan en güzel hatıralarım sınıf takımımızın herkesin “Kumalı” dediği Kumarlı’da yaptığı ciddi maçlardı. Sivas Caddesi’nin doğu ucunun epey ilerisinde, içinde bir top sahasıyla bir açık havuz olan Kumarlı, biz sabahçıların Cuma öğleden sonraları piknik havasında gittiği bir cennetti. Oraya her zaman bomboş olan bir otobüsle gidilir, kavakların altında formalar giyilirdi. Yeni arkadaşlarımla birlikte bana isimleri hep masalsı gelen bazı yerler gerçeğe dönüşmeye başladı: Kıranardı, Argıncık, Cırgalan, Zincidere, Hisarcık, Pınarbaşı, Yemliha, Hacılar, İncesu, Yahyalı… Bu yerlerin çoğu şehrin ufuklarında görünen sınırların ötesinde bir yerdeydi. Şehrin doğudaki sınırı olan Talas, insanlardan ve olaylardan bağımsız olarak mekân sevgisini tattığım ilk yer oldu. Talas, aşağıdaki düzlükten kıvrılarak duvarların arasında yükselen ve ağustos böceklerinin cırladığı, arıların vızıldadığı bir caddenin etrafındaki kesme taştan evler, gizli bahçeler ve basamaklı ilginç sokaklar demekti. Ama her şeyden önce üniversitenin misafirhanesinin taş binaları ve bahçeleriydi. Bu tesiste taş patikaların sonunda karşınıza çıkan ve bir adam boyunu aşan mazılarla bir Ahmet Haşim havuzu gibi dünyadan gizlenmiş bir tenis kortu vardı. Sanırım bu yer hafızamda benim için Kayseri’deki en özel mekân olarak kalacak. Benzer bir hissi Arkeoloji Müzesi civarında, ağaçlarla örtülmüş bir mezarlığın içinde keşfettiğim namazgâhta yaşadım.
Lojmanlardaki büyüklerin konuşmalarına anlam verebilmeye başlamam da galiba içimde uyanan ve “mekân sevgisi” diyebileceğim şeyin şekillenmesinde etkili oldu. Kayseri’nin düzgün ve geniş caddeleri, mesela İstanbul’da gururla anlatılırdı. Ama eski mahallelerin de bir karakteri vardı. O sıralarda başladığım mimarlık eğitimi, beni tamamen yeni şehirlerimizin karaktersiz ve binalarımızın da sanat değeri taşımaktan uzak olduğuna inandırdı. Belediye ile Mimar Sinan Parkı’nın arkasında kalan son mahalle kalıntılarının ortadan kaldırılmasının ardından, Kayseri Lisesi’nin arkasındaki Tavukçu Mahallesinin de yok edilmeye başlaması, sonunda benim yabancılığıma bir şekil, bir anlam verdi. Sanki artık kendimi farklı hissetmekte haklıydım. İşin ilginç yanı, bir zamanlar beni yabancı yapan şeylerden biri olan İstanbul şivesi, yerli gençlerin de diline geçiyordu. Belki birçok şey yıkılan eski duvarların, eski mahallelerin peşinden gitmeye mahkûmdu. O sıralarda bir arkadaşımın dediği gibi “yumurta topuklar ve şal gömlekler”in kaybolmasıyla birlikte karakter denen şey de mekândan el ayak çekiyordu.
Ne tuhaftır ki, özel mekânlara olan sevgim ve onun peşinden giderek aldığım mimarlık eğitimi, o zamandan bu zamana tanımış ve yaşamış olduğum bütün “yeni ve yerli” şehir parçalarını sevmemi engelledi. Bunları hep Germirlerle, Talaslarla, Safranbolularla veya sonradan gördüğüm kadim Avrupa şehirleriyle kıyasladım ve benimseyemedim. Yine de hatıramda Fuzuli Caddesi’ne dik olarak aşağı uzanan iki duvar arasındaki boş bir arsaya, birkaç kömürlük damına ve bir-iki tenha sokağa dokunmaya kıyamıyorum.
Bu yazı daha öncesinde aynı isimle Nihayet Dergisinde (Sayı: 16, Nisan 2016, s. 92-93) yayınlanmıştır.