Türkiye’deki her türlü müzmin sorunla ilgili bir tartışmadan sonra “elden ne gelir” anlamında bir kinayeye dönüşmüş olan “eğitim şart” vecizesi bence hâla geçerliliğini koruyor. Yani toplum eğitime inancını kaybetmiş değil. Bilakis, her aile evlatlarının mutlaka üniversite eğitimi alması için çırpınıyor, her ne kadar bu gençleri Avusturya’daki bir lise mezunu tesisatçının hayat standardını bile sağlamayacak bir gelecek, hatta belki de işsizlik bekliyor olsa da. Kendim gibi yüksek eğitim almış, mimar, mühendis olmuş akranlarımla eğitimin daha kısa ve kolay yollarını tercih etmiş başkalarını kıyasladığımda, ilk gruba mensup olanların çoğunluğunun başkaları için çok çalışıp görece geçim sıkıntısı çektiğine, ikinci gruptan kendine çalışan bazılarının ise Avusturyalı tesisatçının standartlarını daha kolay yakaladığına şahit oluyorum. Yani iyi eğitim almış insanların giderek daha çok “beceriksiz” göründüğü bir zamanda yaşıyoruz. Peki o zaman “şart” olan eğitim neden toplumda maddî başarının ve dolayısıyla da prestijin bir anahtarı olamıyor artık? Ben bu durumun sonu gelmez tartışmalarımızla kurtarmaya çalıştığımız memleketimizdeki “kuralsızlık” sorunuyla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Deprem felaketi nedeniyle yeniden gündemi meşgul etme fırsatı yakalayan “kuralsızlık” sorunumuz, aslında bir çok insanın fark ettiği gibi eğitimle alâkalı bir sorun. Çoğumuz eğitim sisteminin bütününde bir aksaklık veya eksiklik olduğunda hem fikir. Ben ise, meseleye ayrıca eğitim – öğretim tarihimizin derinliğinden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bazı şeylerin ezelden beri Avrupalılara veya Japonlara has olduğuna, bazılarının ise ilelebet bize has olacağına inanmıyorum. Kültürel olguların zamana bağlı olduğunu, bu nedenle sorunlarımızı tarihsel perspektiflerden değerlendirebilirsek köklerini ve gelişimlerini görebilecek ve işe yarar çareler üretebilecek olduğumuzu düşünüyorum. Lafı fazla uzatmadan, okulun Anadolu coğrafyasında görece geç yaygınlaşmış olmasının çok önemli sonuçları olduğunu düşündüğümü söyleyeyim. Bence Almanya’da ve Türkiye’de ilkokula gitmemiş bir çocuğun kalmadığı zamanlar, aslında iki çok farklı zaman. Belki yüz, belki de yüz elli yıl önce bu noktaya ulaşmış Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya gibi ülkelerde o sıralarda hâlâ monarşiler ve aristokrasi hüküm sürüyordu. Bu ülkeler böylece, yani okullar vasıtasıyla aristokratik değerleri burjuva ulus devletine aktarmayı başardılar. Bizim “adamlarda” var olduğunu söyleyip durduğumuz “sistem”, aslında bu sürekliliğin bir sonucuydu. Türkiye’de ise eğitimli topluma büyük ölçüde Postmodern zamanlarda ulaşıldı. Yaygın okullaşma, aynı anda yaygın şehirleşme, te-veleşme, internetleşme ve saire ile birlikte sıradanlaştı. Bir köy okulunda okumaya ve yazmaya başlayan bir takım insanlar, mesela aynı sürece Şişli’deki bir ilkokulda başlayan başkalarıyla bazen aynı üniversite sıralarını, bazen de iş yerlerini paylaştılar. Hatta bazen köyden çıkan şehirlilerin patronu bile oldu ve kendisine mikrofon uzatıldığından başarısında hayatının ilk yıllarında yaşadığı zorlukların büyük payı olduğunu söyledi gururla. Kim bilir, belki de dostlarıyla başbaşa kaldığında meşhur okullardan mezun olmuş bazı genç çalışanlarını beceriksiz bulduğunu da söylüyordu. Şimdi “bütün bunların kuralsızlıkla ne ilgisi var?” diyeceksiniz. Şöyle ki, yaygın okullaşmanın bir veya iki yüzyıl önce gerçekleştiği memleketlerde her şeyi yerli-yerine koyabilme fırsatı sunan bir dünya hâla mevcuttu. Göte’nin (Goethe) köy romantizmini işleyen ünlü romanında Genç Verter’in (Werther) ait olduğu sınıfa uygun olarak başladığı diplomatlık kariyerinde yaşadığı hayal kırıklığı bu dünyadaki hâkim “sistem”in gücünü gösteriyordu. Köy romantizmini çok sonraları işleyen meşhur Haydi (Heidi) romanına dayanan çizgi filmde ise, dürüstlük ve erdem abidesi olan sevimli küçük kız Haydi’nin köy öğretmeni tarafından şehre eğitime gönderilecek tek öğrenci olarak seçilmesi, aslında “sistem”in kırda da okul ve öğretmen üzerinden nasıl işletildiğini resmediyor. Ama okulun köylere ulaşmaya başladığı zamanlarda bizim memlekette henüz okuma-yazmayı tam olarak sökememiş bir şarkıcı önemli bir işadamı olabilecek ve hergün te-ve’de halka feyz verebilecekti. Herkesin her şey olabileceği bir ülke ne muhteşem bir şey! Ama işte bunun da bir bedeli var. Çünkü kural, modern çağda başlıca eğitimden, disiplinden, yani okuldan zuhur ediyor(du). Okulda giyinmek, oturmak-kalkmak, yazmak-çizmek, konuşmak-susmak, koşmak-ayakta beklemek, yemek-içmek hep kurallara tâbiydi. O nedenle maddî şartlardan dolayı veya yıldızı barışmadığından okulda fazlaca kalamayan ve kısa yoldan hayata atılanların, hatta kuralları biraz gevşek okullardan bir şekilde diploma alanların sonradan kurallarla ilişkileri de başka türlü olur. Uzun soluklu veya dirayetli öğrenciler kurallar içinde yaşamaya ve başarmaya şartlanmışken, diğerleri ise kuralların etrafından dolaşmanın “özgürleştirici” gücünü keşfettiler. Her türlü “sistem” bu nedenle güçlenip serpilecek sağlam bir zemin bulamadı. Dolayısıyla iyi yönetici, iyi esnaf, iyi mimar, iyi müteahhit veya iyi her hangi bir meslek erbabı (belki hekim ve sporcular hariç), çoğu zamanlar kötüsünün kolayca ulaştığı başarıları yakalayamadı. Kurallarla yıldızı pek barışmadığı halde onlarla da yaşamak zorunda olanlar bunları mutlaka eğip bükerek yollarına devam ettiler; hatta şehirlerimizi de çoğunlukla onlar inşa ettiler. Bu durum bizim bir gerçeğimiz ve bu gerçeği yaşamaya bir süre daha devam edeceğiz. Hiç şüphesiz, nesillerin değişimi ile bir şeyler de değişecektir. Lâkin ileriki çağlar geçmiştekine benzer sonuçlar da vermeyecek. Yine de eminim ki “iyi okumuş” çocuklar, “hiçbir şeyden anlamayan” okulluları eleştiren “becerikli” babalarının dünyasını beğenmeyecekler. Sonrası... Sonrası Allah kerim.