Yusuf Civelek
V. Hugo’nun “Sefiller”ini okuduğum zamanlarda insanın kendini bir romanın yarattığı dünyanın akışına kaptırması hâlâ mümkündü. Ama galiba daha o zaman bile romanların, Dosteyevski’nin “Netoçka Nezvanova”sının kütüphanenin anahtarını çalmasına neden olacak kadar insan gelişiminde etkili olduğu zamanların sonuna çoktan gelmiştik. Bu son, aynı zamanda birçok bakımdan sınırları olan bir dünyanın da sonuydu. Halbuki “Sefiller”de dünyanın keskin sınırları hâlâ capcanlıydı. Öyleki, kendine bir mekân ve kimlik arayan Jean Valjean’ın küçük Cosette’le birlikte gizlice girdiği Paris’in surlarla çevrili olduğunu, hatta destur almadan girilmeyen kapılarının olduğunu fark ettiğimde hissetmiş olduğum garipsemeyi hâlâ hatırlıyorum. Belki de o zamandan beri şehirlerin başladığı veya bittiği yerler olan görünür-görünmez sınırları hep ilgimi çekmiştir. Halbuki benim yaşadığım şehrin ne surları vardı, ne de kapıları. Ama çoğu zaman ufukta çıplak bir dağın silüeti, koyunların otladığı bir kıyı arsa, veya nadiren ötesine geçilen bir demiryolu hattı, içinde bulunduğumuz şeyin dışında kalan büyük boşluğu duyurmaya yeterdi.
O büyük boşluğun içine bazen top oynamak veya piknik yapmak için girerdik. Şehrin yanı başında olmamıza rağmen ıssızlığın büyüsü bizi hemen yakalardı. Söğüt hışırtıları altında akan ince bir derenin suyu, yapayalnız bir ardıç ağacının gölgesi, tırmanılmak isteyen küçük kayalar, mor dikenli sarı otların yayıldığı enginlikler, şehrin huzurlu ve güvenli sınırlarının içine geri dönecek olmanın verdiği emniyet duygusu içinde, bu ıssızlığı günümüzün tema parklarından daha heyecan verici ve eğlenceli hâle getirirdi. Tepelerin üstlerinde bekleşen beyaz bulutlar, sanat eserleri gibi seyredilir, başakların ve yaprakların nizamı, böcek ve sürüngenlerin muazzam tasarımları fark edilirdi. Keşif ve fetih ruhuyla paylaşılan heyecan, biz hemşehrileri iyice kaynaştırır, bir birimizin varlığından büyük haz almamızı sağlardı. Hava karardığında veya birden yağmur bastırdığında sıla hasreti hissedilir, geri dönüş yolu tutulurdu. Şehrimizi her geri dönüşte daha da güzel bulurduk.
Bir gün geldi, bugün oldu. Yüksek binalar dağın siluetini örttü. Tren yolu hattı iyice içeride kaldı. Issızlık, yavaş yavaş şehrin içinden aynı gün çıkıp da dönemeyeceğimiz kadar uzaklaştı ve biz, artık sınırlarını idrak edemeyeceğimiz bir büyükşehirde mahpus kaldık. Şimdi otomobil, tren veya uçaklarla ıssızlıkları aşıp bir büyükşehirden diğerine geçiyoruz. Yakup Kadri’nin “Yaban”daki köyde, Haymana ovasının ıssızlığından duyduğu irkiltiyi de, Balzac’ın yıkılan eski mahalleleriyle birlikte eski Paris’in kaybolması karşısında hissettiği şaşkınlığı da artık hissedemiyoruz. Çünkü içerisiyle dışarısı arasındaki o müthiş fark neredeyse görülemez oldu. Kentlerin sınırsız ve engin mekânında, aynı zamanda her yerde ve hiçbir yerde bulunuyoruz.
Şehrin ötekisiyle olan diyalektik ilişkisinin görüngüsel/olgusal olarak kaybolmasının neticelerinden biri de, bir zamanlar anlamını zıttında bulan o müthiş ıssızlığın, anlamını kaybetmiş parçalar halinde, yani düpedüz “boşluk” olarak kente sızmış olmasıdır. Modern büyükşehrin tekinsiz bir şekilde boşluğu öne çıkardığının altını çizen eleştirmen C. Rowe’a göre, mekâna bakışın radikal olarak değişmesinin arkasında ütopyanizm bulunmaktadır (Bkz. C. Rowe & F. Coetter, Collage City, MIT Press, 1983). Kökü nerede olursa olsun, gerçekten de 20. Yüzyıl kent tasarımı, belki kendini avangardizmle buluşturmak zorunda hissettiğinden, “eski”nin mekânını yıkmayı amaçladı. Ferahlık, sağlık, işlevsellik ve akılcılıkla bağdaşlaştırılan boşluk açma, böylece modern şehrin, yani kentin alamet-i farikası oldu. Nitekim daha 1920’lerde Fransa’da Le Corbusier’nin “Üç Milyon Kişilik Kent”i, Almanya’da Hilberseimer’in tip blokların acımasızca tekrarına dayalı benzer çalışmaları, veya Sovyetler’de Leonidov’un üretim bantı gibi mütemadiyen uzayan “lineer” kenti, ileride bizi bekleyen ve merkezinde boşluğun bulunduğu o yeni şehrin imgelerini üretmiştiler bile.
Halbuki eski şehirler, kendi içlerinde boşluğu sürekli olarak tanzim ederek mekâna çeviren muayyen sınırları hâizdi. Mesela, Paris’in bulvarlarının arkasında gizli kalan büyük avluları, Rowe’un şehir mekânının sınırlarla bölümlenmesine gösterdiği örnekler arasında müstesna bir yere sahiptir. Zaten hemen her gerçek şehir, kendini hemşehrilerine yavaş yavaş açan mekân katmanlarından oluşmuyor mu? Duvarlar, avlular, hazireler, meydanlar, geçitler, gizli bahçeler, vs. gibi. Gerçek bir şehir, iç ve dış sınırlarını bir arada örerek, yüzyıllar içerisinde meydana getirirdi. Boşluğa çekilen her bir sınır, bir taraftan bedensel veya görsel hareketi engellerken, diğer taraftan ona izin verirdi. Bir medinenin geçmişinden gerek akarak, gerekse tortulaşarak gelen bütün o yasak/izin örgüsü, şehir mekânına saf rasyonel bakışın çözemeyeceği girift manasını verirdi.
Çağdaşlığın peşine düşmüş Modernistler, inanılmaz bir sığlıkla, şehri eşzamanlı ve topyekûn bir tasarım olarak düşündüler. Böylelikle kent, çok ama çok basit bir organizma, yahut bir makina gibi tasarlanabilir bir şey olarak kabul edildi: Bir birlerinden ayrılmış konut, iş ve üretim alanları ve bunların arasından akan, damar gibi büyükten küçüğe değişen bir yol ağı... İşlevselliğin alameti olan akışkanlık, en çok yollarla kendini belli ediyordu. Binaların arasındaki boşluğun en geçerli nedeni olan bu akışkanlık, böylece “eski”nin sınırlarını yok etmenin mazereti oldu.
Geçmişinde büyük şehirler yapmamış Anadolu, bugün işte bu kentsel boşluğun elinde mustariptir. Anlamsız boşluk, kent planlarının zorladığı, sadece ekonomik anlamı olan parsellerin içinde oluşagelen kutuların etrafındaki çekme mesafelerinde, ve mutlaka bir diğerine bağlanan yollarda ve kesintisizce akar. Bir planda bir anda meydana getirilmiş sınırlar, zamanı da, aynı mekânı olduğu gibi akışkan bir anlamsızlığa çevirir. Zaman, birinden diğerine desturla geçilen odalar gibi katmanlaşmaların, sınırlamaların yokluğunda tortu bırakmadan akar, gider. Bu sırada eskiden hiç bir iz kalmaz. Geçmişini biriktirmeye gerek duymayan kent, nereden geldiği belirsiz, daimî bir şimdide yaşar. Ve günbegün hatırlamakta zorlandığı şehri artık tamamen unutmak isteyen kentli, göğe çevirdiği çanaklardan rahmet umar gibi, iyice kaybettiği sınırların ötesindeki mekânların sanal tecrübeleriyle avunur.
Şehri yeniden bulmak ve yapmak belki bugünkü toplumun gücünü ve kabiliyetini aşan bir irade istiyor. Ama yine de kaybettiğimiz, aradığımız bize dair ne varsa ancak onunla birlikte tekrar bulunabileceğini anlamalıyız. Kimliğimiz, edebiyatımız, şiirimiz, sanatımız, müziğimiz, ahlâkımız ve kim bilir daha nelerimiz? Şehrimizi yapamıyorsak da, en azından onu düşünmeye ve hayal etmeye başlayabiliriz. Kelimelere dökülen düşünce ve hayallerimiz, ıssızlığın içinden geri gelip özlediğimiz şehrimizin sınırlarını tekrar bulabilmek, içeriye tekrar girebilmek için bulmamız gereken dönüş yolumuz olabilir.
Bu yazı daha öncesinde aynı isimle Hayat Ağacı Dergisinde (Sayı: 29, Yıl 2016) yayınlanmıştır.