Çok mecbur kalındığında başvurulan taksiler, hele “hususî” otomobiller daha da nadirattan imiş. Bir önceki asırda fayton, kupa, landon, talika, koçu gibi at arabalarının zamanında Recaizâde Mahmud Ekrem’in kaleme aldığı “Araba Sevdası” romanından o devirlerde şık bir at arabasının aynen günümüzün pahalı bir spor arabası gibi bir ihtiras nesnesi olduğunu anlıyoruz. Dikkatle bakılırsa, tâ o zamanlardan beri temsilî edebiyatımızda yürüyenlerin “kaybeden” (loser) olduğunun işlendiği fark edilebilir. Dolayısıyla yürünen şehir, sıklıkla bu tür “kaybedenler”in takıldıkları eskinin kalıntıları hâlinde tezahür eder. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın baş karakteri Hayri İrdal tam da bu kalıntılardan türemiş bir “kaybeden”ken, Halit Ayarcı tarafından zorla bir yeni mimari gurusuna dönüştürülerek selâmete kavuşacaktır. Tanpınar’ın ve Peyami Safa’nın en meşhur romanlarında kurguladıkları kavuşamayan çiftlerinin arasına kara kedi gibi giren de, asırlar ve nesiller boyu insanların bedenlerine bazen nezâket ve şefkat, bazen de huşunetle yol göstermiş ve nezâret etmiş olan kıvrım kıvrım sokaklar ve bunların etrafında son nefeslerini vermek üzere olan evler, çeşmeler, medrese ve camiler, mezarlıklar ve bostanlardır.
“Huzur”da (1949) Mümtaz’ın Nuran ile, “Fatih-Harbiye”de (1931) Şinasi’nin Neriman ile ilişkilerinde kadınların arzulanan ama elde tutması zor varlıklar olmaları, aslında yazarların makine çağına esir düşmek üzere olan İstanbul’a dair duygu ve düşüncelerinin çatışmasının alegorik anlatımları gibi de görülebilir. Eski İstanbul’u yürüyerek gezen Mümtaz ve Nuran, buraları içinde yaşayan insanları gibi yorgun, bezgin ve hasta bulurlar. Bazen eski zamanların zenginliğini hatırlatan parıltılar hâlâ orada burada karşılarına çıksa da, esasen sefâletin kemirdiği, cüsseleri yana doğru yatık evleriyle bu mahallelerin bir geleceği yoktur; adeta soyları kurumuştur. Ara sıra “caddedeki insanları ite kaka geçen” hususî otomobiller pek yakında buraların üzerinden de geçecektir.
Şinasi de yürür; ama Mümtaz gibi dışarıdan bir ziyaretçi gibi değil de, o mahallelerin efendi takımından bir sâkini olarak yürür. Mesela Darülelhan’dan (Direklerarası) Fatih’teki mahalleye kadar yürür; hem de Neriman ile birlikte. Lâkin bir gün Neriman Fatih-Harbiye tramvayı ile Beyoğlu’na geçer ve oradaki bir apartmanda modern yaşayan insanların davetlerine katılmaya başlar. Böylece bir zamanlar kocaman bir havuzun etrafında dönen Beyazıt meydanındaki tramvay, Neriman’ı gece vakti evine getiren otomobil gibi, hayat boyu aynı yolda yürümesi beklenen iki insanın yollarını (bir süreliğine de olsa) ayıracak olan yeni medeniyetin iki has vasıtası olarak beliriverir. “Acı Hayat” filminde (1962) Fatih-Harbiye gerilimi daha dramatik olarak gözler önüne serilmiştir. Mehmet ve Nermin, evlendiklerinde başlarını sokacak sıcak bir yuva bulmak için İstanbul mahallelerinde yürürler de yürürler. Lâkin keseye uygun evler “Huzur”daki ahretliklerden ibaret olduğundan, Nermin yaşadığı hayal kırıklığı neticesinde nişanlısından soğumaya başlar ve otomobiller ve yeni apartman bloklarının süslediği hayallerinin peşinden giderek yoldan çıkar.
Otomobil aslında geçen asrın başında Pera’nın temsil ettiği Avrupa medeniyetinin şehir kültürünü de tehdit etmiş ve büyük zarar vermiştir. İster Fatih’te, ister Beyoğlu/Pera’da hâlâ yürüyenler ve yürüdüğünü yazıp çizenler varsa, bunlar da kaybedenlerden olmaya namzettir. Hikâyelerinde tam da bunu yapan Sait Faik Abasıyanık ve Ziya Osman Saba, gönüllü olarak “kaybeden” olmayı seçmiş aylaklar arasında hemen sayabileceğimiz iki isimdir. Belki biraz daha rahatına düşkün olsa da, Müslüman mahallelerinde yürümeyi tercih eden Yahya Kemal’i de sanırım listeye ekleyebiliriz. Yürümek, veya yürünebilecek sokaklar bu gibi insanlar için bir sığınaktır. Fransız yazar George Duhamel’in “kaybeden” kahramanı Salavin’i hayatın ezip geçmesinden koruyan da, her gün onu Pot-de-Fer (Demir Top) sokağında anasıyla birlikte yaşadığı evine götüren bu sokaklardır. Duhamel’in “Salavin’in Ruznâmesi”ni yazdığı yıllara denk gelen 1928 yılında Paris’te bulaşıkçılığa başlayan George Orwell’in de aynı sokaktaki ucuz bir otelde kaldığını sonradan yazdığı otobiyografik “Paris ve Londra’da Beş Parasız”dan biliyorum. Bu tesadüf önemli midir, bilmem ama bana sanki bunda bir hikmet varmış gibi geliyor; sanki bu Demir Top Sokağı, küçük ve zayıf insanları koruyan ve de yazarlara ilham veren özel bir yermiş gibi.
Ezcümle, 20. asrın başından itibaren mekanik araç ve vasıtaların şekillendirdiği şehirler, bilfiil insan bedeninin şekillendirdikleri eski şehirleri köhne veya “romantik” mekânlara dönüştürmüş. Bunları bir müze gibi sevmek câiz bulunurken, arzulamak ise tasvip edilmemiş. Günlük olarak ve her yere yürümek de bu romantik kalıntılardaki yaşantılara has bir eylem olduğundan, ya romantik aylakların, ya da çoğunlukla buralara mahkûm zavallıların bir özelliği kabul edilmiş. Şimdi okumuş-yazmış takımın yıllarca onca eleştirisine rağmen memleketimizde şehirlerin neden tam hızla gayrı-insanî “dönüşüm” hattında şevkle büyüdüklerini anlamak sanırım daha kolay olacak. Bunu bize bir başkası dayatmıyor; biz istiyoruz. Kafalarımızda ve ruhlarımızda eski şehirler hâlâ zavallılıkla ilişkili ve bu nedenle sokaklarda selamlaşarak yürümek, kıyıda köşede hasbıhal etmek yerine balkondan otoban seyretmeyi tercih ediyoruz.
Biz “kaybeden”lerden olmak istemiyoruz azizim!