İçimde ne olduğunu bilmediğim bir şeyleri kıpırdattığına göre, orada, o perdelerin ardında çocukluk kadar mutlu bir şeyler olmalıdır. Yumuşak, sakin, güzel kokulu, tertemiz ve mutlu bir şeyler hâlâ oralarda bir yerlerde saklı kalmış gibi hissederim. Yine bazen etrafında tesadüfen de olsa büyükçe bir boşluk kalmış olan bir binanın üst katlarındaki bir pencere beni yakalar ve ister istemez bana o pencereden dışarıya doğru baktığımı hayâl ettirir. Mesela hiçbir yapının henüz bitişmediği bir yapının sağır olması gereken duvarında kural dışı olarak açılmış tek bir pencere, bana sanki masmavi gökyüzüyle birlikte uzakları içine çeken bir delik gibi gelir ve bu görsel coşkunun hayâli bile bir an için başımı döndürür.
Pencere hayâle de, tefekküre de, istikraha da açılır. O bir çerçevedir ve içine doğru şeyleri alıyorsa başka bir dünyaya açılan bir geçide dönüşüverir. Belki de bu yüzden Lö Korbüzye (Le Corbusier) denen mimarı sevmekten vazgeçemedim. 20. asrın Modern mimarisine - beğensek de, beğenmesek de - damgasını vurmuş bu isim, görüntüyü çerçeveleyerek görmeyi ayarlamayı iyi biliyordu. Marsilya’daki meşhur apartman bloğunun çatı terasında yüksek parapetlerle şehri kesmiş, ebedî gökyüzünün ve dağların görüntüsünü nazara hâkim kılmıştı. Paris’teki kendi apartman dairesi bile böyleydi: balkonun kalın, yüksek beton parapetleri şehri bütün dertleriyle birlikte kaybediyor, ebedî bir zaman ve mekân hissini yuvanın içine taşıyordu. Bu adam çoğu zaman dışarıdaki manzarayı “duvardan duvara” geniş bir çerçeveye koyuyordu; hatta bunun için “bant pencere” denen bir şey icat etmişti. Şehri unutturmayı her zaman amaçlamayan bu “bant pencere” ortalama insanın manzarasını ona bir resim gibi sunuyordu.
Korbüzye’nin bir zamanlar ustası olan Ogüst Pere (Auguste Perret) ile bu pencere nedeniyle polemiğe girmiş olması şâyân-ı dikkattir. Gazete röportajları üzerinden kısa bir atışma şeklinde cereyan eden bu polemiğin önemi, sanırım dışarıya nasıl bakılacağı, manzaranın nasıl temaşa edileceğinin kültürel bir mesele addedilmiş olmasındadır. Pere, “avangart mimarlık” diyerek tiye aldığı Korbüzye’nin tarzındaki “yatay pencere”yi ve onun panorama tutkusunu eleştirmişti. Halbuki klasikleşmiş “dikey pencere” hem Fransız geleneğinin bir parçasıydı, hem de “insanın ta kendisi”ydi. “İnsanın ta kendisi” derken Pere tabiî ki ayakta dik duran bir insanı kastediyordu; demek ki Korbüzye’nin panoramik manzara seven insanı ona dik duruşu iham etmemişti. İşte bu noktada asıl meselenin bir akılcılık tutkunu olduğu kadar hayâl insanı da olan Korbüzye’nin “yatay” veya “bant” penceresinin bir başka görme kültürünü eski köye yeni adet olarak getirdiği hissediliyor. Pere bunun farkındaydı ama onu sadece avangart bir yenilik zannediyordu. Halbuki Korbüzye gibi Modernistler ilhamlarını çok eski zamanlardan ve egzotik diyarlardan da alıyorlardı.
1911’de Osmanlı Türkiye’sine gelmiş olan Korbüzye’yi Osmanlı evleri çok etkilemişti. Bu mesele Korbüzye literatüründe sanki özellikle ihmal edilmiştir. Ama Adolf Max Vogt denen bir adam yazdığı bir kitapta Korbüzye’nin neredeyse Modernizm’e mâl edilmiş tarzını bu evlerden ilham almış olduğunu iddia etmiştir. Herkesçe mâlum olduğu üzre, Osmanlı evinin pencereleri ve sedirleri arasında ayrılmaz, özel bir ilişki vardır. Sedir oturmak kadar pencereden dışarıyı seyretmek için de duvarların dibine kadar gelmiştir. Özellikle yalı ve köşk denen yaz kullanımına has özel türlerinin bazen pencereleri o kadar sıktır ki, bunların yatayda teşkil ettikleri bütüne adeta bir “bant pencere” denebilir. Bu pencerelerin önünde dikilmek abestir, çünkü bu manzaraya karşı, yani tabiata karşı kibirli hatta tehditkâr bir duruş olur. Halbuki manzara huzur vermesi için vardır ve bunu böyle kabul eden bir oturuşu gerektirir. Hayâl ve tefekkür, bu pencerelerin önünde oturmakla başlar ve kötücül düşünceleri teskin edici bir temaşayı davet eder. İşte Osmanlı-Türk evinin penceresi budur: o evin bahçesi gibi evin tabiî bir unsurunu, sağlık ve afiyet verici manzarasını üretir.
Eğer şehirciliğimiz ve mimarlığımız için bir “Görme Kültürü Bildirgesi” olsaydı, başta gelen maddelerden biri herhalde “Manzara Hakkı” olmalıydı. Lâkin bu manzara da bir resim gibi olmalıdır; tabiî olsa da , olmasa da. Yoksa Gizli Duygular’daki Ayşen’in (Müjde Ar) huzursuzluğunun sebebi de bir manzaradır. Ama bu manzara, elini uzatsan değeceğin karşı apartmanın evinin içinden ibarettir. Yılanların Öcü’nde Iraz Ana’nın evinin önüne bir başkasının ev yapmasına karşı gösterdiği tepkinin - ki mesafe aslında epey uzaktır - ne kadar derin bir sağduyudan kaynaklandığını anlamak için bu bile tek başına yeter.
Zaman zaman zihnimde çok eskilerden kalmış silik manzaraları görmeye çalıştığım apartman pencerelerinin açıldığı görüntüler çoğunlukla Ayşen’inkiler gibi ve eminim içerideki insanlara benimki gibi hayâlleri ilhâm etmekten çok uzaklar. Manzara hakkı olmayan bu evlerde insanlar genellikle pencerelerine de yaklaşmıyorlar. Acaba manzarası olmadığı kadar bahçesi de olmayan bu evlerde en azından komşuluk var mıdır? Vardır elbet ama, manzara olmaksızın komşuluğun keyfi çıkar mı acaba? Bir keresinde bir eve taşınmak için fikrine müracaat etmiş olduğum bir zât bana “manzarayı boşver; alışır gidersin. Asıl sen komşuların kimler, ona bak” demişti. Zaman bu zatı komşuluk konusunda haklı çıkarmış olsa da, manzarası olmayan bir evde ruhumun çürüyecek olduğundan eminim. Anlatmak istediğim de bu zaten: manzara, komşu gibi bir şey; her ikisi de ev ile birlikte gelmeliydi. Yoksa sorun çıkarmayan komşular herkes televizyon izlerken ne işe yarıyor ki?
Lö Korbüzye’nin bir eskizi.
Bir Osmanlı-Türk evinin sofası.