Hayır; mimarlık, sadece mimarlık asırlara şâmil bir muğlaklıkla varlığını sürdürmektedir. Barınak mı, sanat mı, zanaat mı, teknik bir iş mi, ticaret mi, yoksa bunların bir kısmı, hepsi veya hiç biri mi? Bunun cevabı yerine, kişiye ve çağına göre değişik olacaktır. Bizim Anadolu-İslâm geleneğimizde ise mimar hem bir hasîb (hesap yapan), hem de bir sanatkârdır.
Mimarlıkta hesabın ne olabileceğini hemen herkes tahmin edebilir. Asıl mesele olan sanat kavramını gelenek içindeki anlamıyla ele alırsak, mimarlık sağlam, kullanışlı ve güzel bir şey ortaya koymakla ilgili bir beceri olarak beliriverir. Sultan Ahmet Camiî’nin mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’nın biyografisi olan Risale-i Mi’mâriyye’de mimarlıktan “san’at” olarak bahsedilmesinden sebep, sedefkârlık gibi yıllar boyu emek vererek hüner sahibi olmuş bir kişinin yapabileceği ince mesleklerden sayılmasındandır. Kelimenin Frenkçe karşılığı olan Art da bu anlamda olup, zamanla değişmiştir. Mesela Avrupa’da ince hesaplar gerektiren bir meslek olduğu için vaktiyle askerlik de sanat sayılmış olmasına rağmen bugün askerlikle sanat – ikincisindeki anlam kayması nedeniyle – pek yanyana gelmez olmuştur. Sanatın geçirdiği değişim üzerinde nice kitaplar yazılmış ise de, kısaca artık bir zanaatle, hünerle doğrudan ilgisi olmayan, bu nedenle de nesnel değerlendirmeye gelmeyen bir üretimi ifade ettiğini söyleyebiliriz. Rüstem Paşa Camiî’nin çinileri, Uşak halıları, Cizre Ulucamiî’nin veya San Covanni Vaftizhânesi’nin tunç kapıları herkes için sanatkârâne işlerdir ve güzeldir. Ama, mesela Pikasso’nun bir tablosunun veya Korbüzye’nin mimarisinin ne olduğunu halka bir sanat eleştirmeninin veya sanat tarihçisinin anlatması gerekir.
Sanatın Avrupa merkezli dönüşümü kabaca iki aşamalıdır. İlki, yukarıda zikredilen “Cennet Kapıları”nı yapan Giberti gibi sanatçı-zanaatkârların şahsi tercihlerinin öne çıkmasıyla başlayan Rönesans, ikincisi ise yüksek zevk ve el becerisi ile meydana gelmiş bu geleneğin yaklaşık beş asırlık birikimine elden geldiğince sırtını dönen Modern Sanat – ki popüler kültürde Pikasso ile özdeşleşmiştir. Kısacası sanat kavramının muğlaklaşmasıyla mimarlığın sanatla olan bağı daha da muğlak bir hâle gelmiştir diyebiliriz. Dünya bir yana, özellikle bizim toplumumuzda şu an için mimarlık çoğunlukla ne ortak bir hüner ve estetik bilgisini (zanaat), ne de bireysel bir yaratıcılık hünerini (yüce sanat) gerektirmektedir. Birine yaptığı işten dolayı hâlâ “çok sanatkâr adam” deniyorsa, bu kişi ya marangozdur, ya demirci veya duvarcıdır. Yani mimarlık ve sanat maceramızda Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olmuş durumdayız. Ne Avrupa’dan dünyaya yayılan “sanatçı” mimara pek tahammülümüz var (sayısı yüzün üstünde olan mimarlık okullarımız bunları yetiştirmek üzere var olduğu halde), ne de kapitalizm öncesi dünyayı şekillendiren zanaatkâlara ihtiyacımız!
Lâkin yine de mimarlığımızın sanatla ilişkisi başka türlü dönüşebilirdi diyemem. Avrupa’da beş yüz yıldır olgunlaşan kapitalizm – sanat - mimarlık ilişkilerine son altmış-yetmiş yılda katılıp bir de alelacele şehirlere hücum edince daha iyisini yapamazdık zaten. Diğer taraftan Batı dünyası, ama özellikle Avrupa bu işlerde o kadar emek harcamıştır ki, içinde yaşadığımız çağın küresel sermaye güdümündeki “neo-liberal” mimarlık ucûbeleri buralarda fazla tutunamayıp, ucuz emek gibi ucuz düşüncelerin de bol bulunduğu diyârlarda toplaşıyor daha çok. Bizde bile bir çok yerel yönetim - eğer mimarlık ücreti Türkiye’deki kadar değilse de bâri biraz ucuz olsa – bu çok çağdaş nesnelerden hemen birkaç tane ısmarlayacak ve şehirlerini “marka şehir” yapacaklar ama o zâlim döviz kuru engel oluyor. Neyse ki paradan ve hesaptan çok iyi anlayan işadamlarımız birkaç büyük şehrimizi gökdelenlerle donatıyor da, ülkemiz “mimarlık sanatı”ndan mahrum kalmıyor. Her biri bir diğerinden ne kadar farklı, yeni ve şaşırtıcı olduğunu ispatlamak zorunda olan bu yapılar, işi gücü “gelişmek” olan bütün ülkelerde olduğu gibi bizde de asıl değerin nerede olduğunu hiç sıkılmadan, bilakis gülümseyerek gösteriyorlar. Bu tür yapıların aşırı özgüvenli, hatta kibirli duruşları aklıma hep gazetelerin ekonomi ekinde tanıtılan işadamlarının klişe özgüven pozunu getiriyor: dar, siyah bir takım elbise, bir el cepte, yüzde kocaman bir gülümseme...
Malum, artık sanat deyince herkes şöyle bir duruyor. Çünkü akla yabancı, tuhaf, pahalı ve bir de gereksiz bir şey geliyor. Sanatı ideolojik bir duruşun bayrağının desenlerinden biri olarak görenler bile çoğunlukla ondan bir şey anlamıyor. Aksi takdirde gerçekten ama gerçekten “ucube” olan bir çok heykel oraya buraya dikilmeye devam etmezdi; çünkü bunlar sanat filan değil, gece vakti bir duvara fırçayla kabaca yazılmış slogan gibiler; amaçları bir şeyi sevdirmek veya düşündürmek değil, birilerinin gözüne sokmak. Halbuki bir tür sanata gerçekten çok ihtiyacımız var; özellikle çevre tasarımında. Ama sanata sermayedarların Trade Mark çılgınlıkları için değil, ucuz çağdaşlık sloganları için de değil, sürekli olarak tüketimci veya oyveren mertebesine indirgenen nesneler olmak yerine, özne olmayı en azından biraz tecrübe edebileceğimiz mekânları oluşturmak için ihtiyacımız var.
Öyleyse mimarlıkta sanatı nerede aramalıyız; hele sanatın ne olduğunu artık kimse bilmiyorken; hele mimarlıkta sanat resimde, heykelde hatta dansta olduğundan çok daha dolaylı ve karışık bir şeyken? Bu soruya verecek açık bir cevabım yok, zaten olsaydı da kimse kâle almazdı sanırım. Lâkin sanatı ve mimarlığı dünyayı, varlığı anlamlandırmanın bir aracı olarak gördüğümüz sürece çok farklı yollardan da olsa aynı hedefe yürüyebiliriz diye düşünüyorum. Benim “görme kültürü” adını verdiğim bakma-düşünme (nazariye) egzersizleri de bunu hedefliyor zaten. Bana kalırsa güzel olduğu kadar korkunç, munis olduğu kadar da şedit olabilen bir sanat eserini, dünyayı yaşıyoruz ve belki eskisi kadar olmasa da ötesini hâlâ merak ediyoruz. Bu dünya-sanatı Batı’da biraz daha trajik, Doğu’da ise biraz daha epik olarak gözlemlenmiş olsa da, aslında bütün insanlar aynı resme bakıyorlar diyebiliriz. Ama bu resim sadece ekonomik yönden seçkinlerin alıp evlerine götürebilecekleri bir resim değil; herkese ait, her yerde ve her anda mevcut. Dolayısıyla bu dünya resminden yapmış olduğumuz bütün yorumlar, tercümeler ve kopyalamalar hepimizin ortak malı olmalı.
Belki bu dünya-resmini idrak edebilecek bir görme kültürü, yeni bir yaşama sanatını da ilham edebilir. Dünya var oldukça ümit de vardır.