İstanbul’un Vefa semtinde bir küçük kütüphane var. Aslı sıbyan mektebi. 1775 yılında II. Mustafa’nın reisülküttaplarından Recaî Mehmed Efendi yaptırmış. Bir sebilin üzerine yerleştirilmiş, bütün duvarları kitap raflarıyla kaplı, caddeye bakan mini mini pencereleri olan, salon büyüklüğünde bir oda bu. Bir çok kütüphanede uzun mesailer yapmış biri olarak – ki bunların bazıları meşhur tarihî yapılardı – hiç burada geçirdiğim birkaç saat kadar keyifle ve huzur içinde çalışmışlığımı hatırlamıyorum. Zannediyorum bunun nedeni o tenha, küçük ve sessiz mekânın beni sonu gelmez toplumsallık girdabından bir an olsun azad etmesiydi. Ayrıca, mekân da sanki benim için özel olarak yapılmış gibiydi; ben orada önemliydim.
İnsanın gerçekten mekânla başbaşa kalabilmesi ve kendini özel hissedebilmesi artık bir lütuf. Yaşadığımız modern şehirler küçük, gizli ve tenha olabilecek mekânlardan sanki özenle temizlenmiş durumda. Sokak, park, iş yeri, avm, okul, devlet dairesi vs. bizi hep büyük kalabalıklara, yani onlarca, yüzlerce gözün sürekli ısırığına maruz bırakacak büyüklükteler. Bu yetmiyormuş gibi üstüne bir de her yerde kameralar var. Dünya koca bir panoptikon olmuş, biz de küçük ağabeyler; kalabalığın bir parçası olmaktan başka bir hak tanınmayarak kişilikleri baskılanan mahpuslar gibi hem izleyip hem de izlenerek yaşıyoruz.
Düşünüyorum da, sadece sıbyan mektepleri değil, baştan kütüphane olarak yapılmış eski kütüphaneler de mekânı büyütmeyerek insanı yücelten yapılarmış. Mesela, İstanbul Beyazıt Camisinin tabhane olarak bilinen kulaklarından batı tarafındakine yapıştırılmış olan kütüphane. Bu, Mehmed Efendi’nin sıbyan mektebi ile aynı zamanlarda Şeyhulislâm Veliyüddin Efendi tarafından yaptırılmış. İçine giremedim ama bugün dışarıdan kütüphane olabileceği kimsenin aklına gelmeyecek olan bu mütevazı yapı da bir sıbyan mektebine benziyor. Topkapı sarayındaki Sultan Ahmed kütüphanesi bile böyle sayılır, küçük ama yüce ve çok güzel. Maharetli bir yabancı mimar olan Raymondo Daronko, Şeyh Zafir türbesi için yaptığı o küçücük kütüphanede bu Osmanlı sırrına vâkıf olduğunu göstermiş. Şimdilerde ise kocaman salonlardan başka bir şey olmayan kütüphanelerde kullanıcılara biraz mahremiyet verebilmek için masaların arasına “ call center ” görüntüsü veren bölücüler koyuyorlar. Demek ki mekân ile mekîn arasındaki ilişki değişmiş; mekîn, temsilini çok özel ve önemli bir kişide değil, standart bir toplumsal varlıkta bulur hâle gelmiş.
Yeniden düşünüyorum, aklıma bazı başka okullar geliyor. Bunlar modernleşme döneminin yapıları olsalar da, hâlâ geçmişteki “küçük güzeldir”den bir şeyler taşıyorlar. Bursa’da Tophane’nin karşısındaki Hocailyas ortaokulu mesela; pastadan evi andıran bu şirin yapı millî ve Avrupalı mimari incelikleri bünyesinde pek güzel birleştirebilmiş. Masal diyarını okula kadar getiren cephesi her bakanın malı oluyor, herkes onu kendisiyle birlikte alıp götürebiliyor. Bir diğeri yine Bursa’da, Muradiye ilkokulu. Küçücük duvarlarına yerleştirilmiş kocaman pencereleriyle sanki bir çocuğun resim defterinden çıkmış gibi; gülümser bir yüzü, iyimserlik dolu bakışları var. Bir yerlerde merhum mimar Turgut Cansever’in çocukken Muradiye’de oturduğunu okumuştum. Bu nedenle onun hep bu okulda okuduğunu farz ederim; ne de olsa bu modern sıbyan mektebi gelecekte yapacak olduğu işlere o kadar uyuyor ki.
Çoğumuzun içinde yetiştikleri okullar ise birbirine çok benzeyen iri, uzun koridorlu ‘kurumsal’ binalar. Arada bir oy vermeye gittiğimizde bunları hiç yadırgamıyoruz, çünkü başka kurumsal binalardan, mesela vergi dairesinden, kaymakamlıktan filan çok farklı değiller. Bu tür büyüsünden arındırılmış bir kurum şeklindeki modern okul tipolojisini bizde 1920’lerin sonunda memlekete davet edilen Bruno Taut ve Ernst Egli gibi mimarlar yerleştirdi. Ama kurumsal yapı tipolojileri zaten bundan bir yüz yıl önce farklı bir estetikle Avrupa’dan gelmişti. 1800’lerde, özellikle Tanzimat’tan sonra bakanlık, okul, müze, adliye, kışla, banka, belediye, enstitü vs. gibi iri iri ve işlevsel yapılar ortaya çıkıverdiler ve adım adım Anadolu’ya yayıldılar. Bugün dahi bu tipolojiler ruhen aynıdır ve mimarlık okulları esasen bunların nasıl planlanacağını öğretirler.
Diğer taraftan kurumsal okul tipolojisinin öncesinin temsilcisi olan şirin mi şirin Sıbyan mektebinin büyüsünü bozan bir şey var: falaka! Bunu iki Ömer Seyfettin (“And”, “Falaka”), bir de Ahmet Rasim (“Mektep ve Falaka”) hikâyesinden biliyorum. Çocuk ruhuna uygun eski mektebin içinde kızılcık sopasının günlük rutinin bir parçası olduğunu bilmek can sıkıcı. Demek ki o mazbut mahallelerimizin çocukları pek bir haylazmış. Hatta “Falaka”da Kaymakam’ın falakayı yasaklamasıyla gemi azıya alan çocuklar, sonunda Hoca Efendi’yi öyle bir oyuna getirirler ki, bir gün adamcağız eşeğini falakaya yatırmışken aniden geliveren Kaymakam’ın hışmına uğrayarak işinden olur.
Vaktiyle çocukların ancak falakayla okuyabilmesinin yine mekânla bir ilgisi olabilir. Çocuk demek, her şeyden önce eğlence ve haz demek. Eski eğitimin bu temel dürtülerin bastırılması üzerine kurgulanmış olmasında bir hata olduğunu, modern okullarda disiplinin daha kolay ve uygun yöntemlerle sağlanabildiğini kabul etmek gerek. Nitekim okulun daha eğlenceli bir yer olması için okulda muhtelif kapalı ve açık mekânın bulunması bir zaruret hâlini almış bulunuyor; yani spor sahaları, teneffüs alanları, bahçe, kantin, kütüphane, çeşitli işlikler, aktivite odaları filan. İşte bunlar da yine uzun koridorlu, kocaman kurumsal yapıları talep ediyorlar. Bu bir ikilem mi? Belki. Ama eklektik felsefeye uygun şekilde iki farklı modelin olumlu taraflarını seçip birleştirmeyi deneyemez miyiz?
Aslında belki de bu yöntem zaten denenmiş bile olabilir. İran’da Bestam çölünün yakınlarında inşa edilmiş olan Noor-e-Mobin (Nur-u Mübin: Açığa Çıkaran Işık) ilkokulu, her biri aşağı yukarı bir sıbyan mektebi boyutlarındaki çok sayıda farklı kütlenin biraraya getirilmesiyle oluşturulmuş, aralarına da irili ufaklı avlular serpiştirilmiş. Kim bilir ne zamandır çöl bitkileriyle mor dağlar arasında durmakta olan bir köy gibi görünen bu okul, çocuklar için kapalı kutu bir kurum olmaktan ziyade, bir oyun parkı gibi görünüyor olsa gerek. Bu kurguyu çok işlek bir anayolun tam karşısına konmuş ‘kurum’ tarzı bir başka okul ile kıyaslayalım. Devasa monoblok bir kütlesi olan bu okulun avuç içi kadar bahçesinin içinde hiç bitki olmasın, zemini beton olsun. Bir de avuç avuç paralar ödenen bu okulun isminde ‘tabiat’ın öz Türkçe karşılığı olsun, iyi mi?
Bir küçük mektebin zihnimizdeki tezahürü ne kadar mübin olabiliyormuş!