1908`den itibaren Türkiye`de gerçek iktidar, sivil-asker-yargı bürokrasisidir. Bu bürokrasinin omurgasını, devşirilmiş / sekülerleşmiş unsurlar oluşturuyor/du: Amaçları, bu toplumu, Batılılaştırarak / sekülerleştirerek İslâmî iddialarından uzaklaştırmaktı. Batılıların yapamadıklarını bu yerli / devşirme sömürgeciler yapmaya soyundular.
OSMANLI DIŞARIDAN, TÜRKİYE İÇERİDEN KUŞATILDI
100 yıldır bu bürokrasinin yaptığı tek şey, İslâmî iddialarını yeniden harekete geçirmesini önleyebilmek için Türkiye`yi kuşatmak.
Osmanlı`yı Batılılar durdurmuştu. İslâmî iddialarına sahip çıkabilecek bir Türkiye`nin gelişini ise bu zihnî sömürgecilikle malûl seküler bürokrasi / entelijansiya durdurmaya çalıştı yüz yıl boyunca.
Menderes`ten itibaren, İslâmî bir iddiaya sahip bir Türkiye`yi geçtik, halkın iradesinin iktidar olmasından sözetmeniz durumunda bile, sadece Batılı hegemonların işine yarayacak militer bir söylem benimseyerek darbe tehditleri savuruyorlar ve hatta `çatışma çıkar` diyecek cüreti gösterebiliyorlar. Tastamam çift yönlü bir kuşatma ile karşı karşıyayız, anlayacağınız.
KUŞATMANIN KISA HİKÂYESİ
Peki, Türkiye`nin medeniyet yürüyüşünü durdurarak bizi tarihte tatile çıkaran ve birbirimize düşüren bu kuşatma nasıl oluştu ve nasıl yarılabilir?
Karlofça ve Pasarofça ile büyük bir sarsıntı geçirdik; kendimize olan güveni yitirdik.
Osmanlı, kendine aşırı güveniyordu. Bunun haklı gerekçeleri vardı: 4-5 asır, medeniyetlerin beşiği ve dünyanın merkezi, Asya, Avrupa ve Afrika`nın kesiştiği Akdeniz`den Hint Okyanusu`na kadar uzanan karmaşık tarihî havzayı hem adaletle yönetmişti; hem de Avrupalıların bütün kültürlere, medeniyetlere ve dinlere karşı yok edici bir saldırı başlattıkları bir zaman diliminde, farklı dinlere, kültürlere, etnisitelere mensup toplumların farklılıklarını korumalarını sağlayan, barışın, adaletin ve hakkaniyetin hâkim olduğu, hiç bir `aktör`ün gerçekleştiremediği bir medeniyet tecrübesini Osmanlı inançlar ekseninde tanımladığı `millet sistemi` ile gerçekleştirmeyi başarmıştı.
Bir yanda, bütün dinlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin varlığına kasteden Avrupalıların seküler / pagan saldırıları vardı; diğer yanda ise, seküler meydan okumaya karşı kendisini `insanlığın son adası` olarak gören Osmanlı medeniyet tecrübesi. Çünkü batılıların seküler / pagan saldırıları sonucunda Asya durdurulmuş, Afrika bitirilmiş, Amerika kıtası teslim alınmıştı.
Osmanlı`nın açmazı, kendine aşırı güvenmesiydi. İşte bu olgu, Osmanlı`yı körleştirmişti.
Avrupalılar, önlerindeki en büyük engel olan Osmanlı`yı durdurma projesini hayata geçirdiler; tam üç asır Osmanlı`nın üzerine gelmeye başladılar.
Osmanlı, konumunu / satüsünü koruma telaşına düştü ve restorasyon projeleri başlattı III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde.
Tanzimat, bir silkinme hareketiydi; ama savunma psikolojisi üzerine temellendirildiği için, Batı uygarlığının seküler meydan okumasına güçlü bir cevap üretmeyi başaramadı.
Tanzimat, zamanla, tazminat ödeme hareketine dönüştü!
Ama her şeye rağmen, Türkiye`de 50 yıl gibi kısa bir süre içinde fikirde, sanatta ve siyasette büyük atılımlar gerçekleştirilmesini mümkün kıldı: Meşrûtiyet dönemindeki dinamik fikir hayatı, büyük düşünürlerin ve akımların gelişmesine imkân tanıdı. İşte Abdülhamit bu silkinmenin çocuğudur.
Sonunda Avrupalılar, Osmanlı`yı durdurdular. Ve Şark meselesinin birinci ayağını, bizi Avrupa`dan uzaklaştırma projesini gerçekleştirmiş oldular.
Şark meselesinin ikinci ayağını, yani bizi İslâm`dan uzaklaştırma projesini ise, 1908`den itibaren sivil-askerî bürokrasiyi, dolayısıyla iktidarı tam anlamıyla ele geçiren seküler entelijansiya gerçekleştirmeye koyuldu. Böylelikle küresel seküler / pagan sistemin önündeki en büyük engel olarak görülen bir medeniyetin temsilcisi olan Türkiye, iddialarından vazgeçti ve küresel seküler sisteme teslim oldu; özellikle de Lozan`la birlikte, Türk toplumunu sekülerleştirme projesini bizzat kendisi hayata geçirme sözü vererek kendi `ölüm fermanı`nı imzaladı; böylelikle kuşatıldı ve tarihte tatile çıktı.
Büyük bir kriz yaşadığı için gittikçe azmanlaşan seküler küresel sistemin önündeki tek güçlü `alternatif`in İslâm, tek güçlü alternatif fikrî ve siyasî projenin ise İslâmcılık olduğunu Batılılar çok iyi gördüler. O yüzden üçüncü dünya savaşını, postmodern söylemlerle ve yöntemlerle İslâm`ı terörle özdeşleştirerek İslâm`ın yeniden tarih sahnesine çıkışını önlemek için veriyorlar.
HER ŞEYİNİ YİTİREN BİR ÜLKEDEN YENİDEN UMUT OLAN BİR ÜLKEYE…
Türkiye, yüz yılda her şeyini kaybetti. Ama yüzyılın sonunda mazlum halkların umudu olduğunu gösterdi.
Türkiye üzerinde uygulanan içeriden kuşatma, kısmen yarıldı ama bu kez Türkiye`nin gelişinden ürken küresel şer güçlerin kuşatması devreye girdirildi.
Bugün tarihî bir seçim var: Üç kritik seçimin ikincisi: Cumhurun reisini seçeceği kritik bir seçim.
Bu seçimde, Türkiye`nin umut olma yolculuğunu bir başka aşamaya geçirecek yönde seçim yapmak, tarihî bir sorumluluk.
Toplum, artık bu sorumluluk bilincine sahip. İrfan sahibi toplumumuzun seçimini bu yönde yapacağından kuşku duymuyorum.