Çok gençtim, gençler duymasın bir davam vardı ve ben kavga gerektiğinde dönmezdim. Dava mı? Elbette ve sonuna kadar hâlâ var ve dönen dönsün ben hâlâ dönmezem. Bıyıklarım gürleşsin diye iki defa tıraş oluyordum, bıyıkların bile konuştuğu zamanlardı. İlkokul öğretmenliği çok ağır geldi, çocuklara yazık oluyor diye düşündüm, mesleği bıraktım.

Kader beni yeniden öğretmenliğe seçti. Kırk sene... Geldi geçti.

Derse geçmeden evvel alışkanlığım olan ayetleri, sureleri okur ve sınıfa giderken şöyle dua ederim: Sözüm dağları aşırmaz köprülerden geçirmez; kimi alır kimi çiğner geçer. Bari, kimseyi teşevvüşe salmasın.

Terlemeden çıktığım ders olmadı diye hatırlıyorum. Bütün azalarımla ve anlattığıma inanarak anlattım ve sözümü muallâkta bırakmamaya gayret ettim.

Yoruldum, çok yorgunum.

Örnek alınacak bir memur olamadım. Hayat beni idareci taifesiyle ve ilmini rayiç zanneden neo-ulema ile hep karşı karşıya getirdi; ben de gereğini yaptım. Sadece talebelerime karşı kendimi sorumlu hissettim. Meslek hayatının artık son demleri ve yalnız talebelerimden helallik dilerim.

“Emekli olunca ne yapacaksın?” diye soranlara söyleyeyim: Öğrenmeye ve öğretmeye devam. Sadece mekân değişecek. Hayatın mecmuu ardı ardına tebdil-i mekanlardan ibaret değil midir?

Bu yazı yayınlandığında Öğretmenler Günü geçmiş olacak, olsun. Ben daha önce bugünle ilgili yazı yazmamıştım, bunu geçmiş günlerin kazası sayın.

İşte geldim gidiyorum, Şen olasın darülfünun.