Karanlık gecenin vahşi rüzgarla sohbeti ta uzaklardan duyuluyor ve duyanlar duymamak için yorganı iyice başlarına çekerlerdi. Yorganın altında karanlık gecenin vahşi rüzgâra birbirimize ne kadar yakışıyoruz dediği düşünülür ve yorgan daha çok çekilirdi. Hele Mürteza yalnız yaşadığı mini minnacık evinin mini minnacık odasında sadece yorganı değil, battaniyeyi başına çekip iki vahşinin soğuk konuşmalarını hiç duymak istemiyordu. Ha hatırladı; bir kez karanlık gecenin vahşi rüzgara Mürtezanın mini minnacık çatısı uçur demişti. İşte o günden sonra Mürteza komşularından daha çok korkak olmuştu, bu vahşilerden. Tıpkı Cahit Sıtkı'nın dediği gibi en vahşi rüzgâr Mürteza’nın taaa içinde esiyor ve gecenin en karanlığını Mürteza seyrediyordu.
Mürteza karanlık gece ile vahşi rüzgarın konuşmalarını kendi içinde ki karanlık ve fırtınanın sohbetine benzetiyordu. Doğa ve insan arasındaki bu benzemeyi düşünmeye başladı. Doğa Kemal'e nasıl bu karanlık ve vahşi hâliyle ulaşmış ise insanda iç dünyasını öyle Kemal'e ulaştırıyor dedi, kendi kendine. Ne Mürteza, ne gece ne rüzgar gizliden gizliye yakaladıkları sırrı açık etmiyorlardı.
Mürteza dargın ve soluk içi yaş dolu gözlerle mahzun mahzun odasında kendini arıyordu. Tıpkı karanlık gecede yıldız, tıpkı vahşi rüzgardaki toz zerreciği gibi. Yıldız kendini bulduğu için parladı "ya toz, ya ben" dedi içinden Mürteza. Birden dudaklarından fakülte yıllarından kime ait olduğunu unuttuğu şu mısra ile irkildi; bu rüzgarlar benim taaa içimden geçer. Sonra… Sonrası malum; yanaklardan inen soğuk bir su... Bu tevekkül zindanı mini minnacık ev ve oda onun en özgür olduğu yerdi. O nedenle burada Mesut değil, bahtiyardı. Sessizce bağırıp isyan ettiği ve kendini bulduğu hücre. Yani gölgelerin ve gölgesinin olmadı hücre. Gecenin gölgesinin de kendisinin, yani Mürteza'nın olduğu hücre.
Şafak söküyordu ezanlar okunuyordu. Mürteza mini minnacık penceresinin perdesini açtı ve gördü ki güller uyanıyor, bülbüller ötüyor. Dizlerinin üstüne çöktü ellerini kaldırdı ve şükür secdesi etti. Allaha ısmarladık karanlık gece Allah'a ısmarladık vahşi rüzgar dedi.” altına 7 Mart 1954 yazdı. Kendinden sonra bu hücreye gelenlere bir mektup bıraktığını düşündü. Hücrede kaç gün kaldı Nihat bilmiyordu, fakat hücreden çıkınca Nihat başka biri olmuştu.
Hücrede Nihat’ın bahtsız ruhu suç işlerken, bahtiyar ruhu ona ceza vermeyi başarmıştı sanki. Suç ve ceza arasındaki köprü insanın ruh asansörü olmuştu da Nihat yeni farkına varıyordu. Ve Nihat kendiyle savaşmaya tekrar başladı. Gözlerini kapadı ve akıl kalemi gönül defterine ruh sınıfında şunları kaydetti: ”Ağaçların arasındaki gölge, öksüz bir bülbül, kurumuş bir gül gibi yürüyordu. Dalgın dalgın giden kimsesiz gencin gölgeside mahzundu. Tıpkı hayali çalınmış çocuğa benziyordu. Yürüdü yürüdü… Akşam güneş batarken gölgesi de belirsizleşmeye başladı. Belli ki mesuliyetsiz bir rahata yürür gibiydi. Hatta Azrail’in kanatlarının olmadığı bir hayata. Ne dünyanın ikbali ne ölüm sonsuzluğu ne ahiretin cenneti onun hiç ilgisini çekmiyordu. Arif değildi, alim de ama gafillere de benzemiyordu. Derin uykuları ve rabıtasız rüyaları aşmış bir ümmi gibiydi. O öyle bir haldeydi ki, cehennem ateşinden daha ateş olan nadanla sohbet etmekten bile korkmazdı. O öyle bir haldeydi ki, kendini hiddetlendirene dahi hiddetlenmezdi. O öyle bir haldeydi ki, ruhu ruhlar alemine gitmiş olmasına rağmen o ölmediğine inananlardandı.
Günlerden bir gün öyle bir hâl içre geldi ki dalı kırmadı, fakat dalın ağacını kökünden söktü. Sükutu yendi. Feryada ulaştı. Kuzu iken kurt oldu, dut yemiş bülbül iken bülbül olduğunu hatırladı ve sabahlara kadar şakıdı. Fırtına oldu, esti, ırmak oldu, sel oldu. Kaya oldu yuvarlandı.
Bütün bunlar ‘cinnet’ makamını geçirmiş ve ‘delilik’ makamına bir adım kalmış olduğunu gösteriyordu. ”İçinde şeytani planlar dışında meleksi yalanlar”ı olanların bulundukları makamı ancak o bilirdi. O makamda olanlar, ihtimallerin delillerin anası olduğunu çok iyi bilirler ve öyle de ibadet ederlerdi. Sonra sessiz secde ederek Tanrı’ya gözlerini kapatarak şeytanı şikayet ederler ve yine karanlıkta olduklarını anlarlardı. Sonbaharda sararmış yapraklar seccadeleri olmasına rağmen onlarda kararmıştı. Hiç gazeller kararır mı? Kararmışlar işte. Galiba gazellerinde gözleri kapalı. Seccadeleri sarmaşıklar olunca kıbleleri belli belirsiz her yer olmuştu. Kıblesiz secde ve simsiyah perde; işte onlar. Yeni bir dünyada ölmüş gibiler. Ruhtan derin ve öte bir ruha inananlar, kıbleyi de kıbleden öte ve derin bir yön olarak kabul ettiklerinden sararmış her yaprağın üzerinde secdeden daha öte ve derin secde ettiklerine inanırlardı”, tefekkür etti yazdı ve okudu ve Nihat yatağına çıkıp uyudu.
Sabah uyandığında, Nihat zincirlerinin bu rüyadan sonra küflendiğini, inceldiğini ve kırıldığını gördü. Nihat bir tüy gibi hafiflediğini hissederek sabah çayını yudumladı. O günden sonra güneşin doğduğu tarafa alıp, yatmaya başladı. Öldükten sonra dirileceğine inanır gibi cezaevinden çıkacağını düşünüyor ve namazlarını huşu içinde eda ediyordu. Artık Sivas’ın minareli ufkundan İstanbul’un şerefiyeli sonsuzluğuna doğru uçuyordu, Nihat. Köprülerde martılar “gel gel “ der gibi ötüyorlardı sanki.
Nihat’ın saçları kırlaşmıştı, fakat gönlü yetimhanedeki Nihat’ın kalbi kadar gençti, şimdi.
Nihat cezaevinden af ile çıktığı günden beri her perşembe cezaevine gider gün boyu orada kalır sohbetler yapardı. Ve nihayet bir gün Nihat sırlarını ifşa ettiği ağacın altında bir ezgi çalar gibi başladı konuşmaya. Bütün halk etrafına toplanmış Nihat’ı dinliyorlardı.
“Uzaklardan, soluk, bir nefesle çalındığı belli olan zayıf mı zayıf bir ezgi sesi duyuyorum, şimdi. O kadar ki çalan bile belki zor duyuyor, ama ben ruh huzurundan başlayan ve kavalın baş paresinden yayılan bu sesin göklere dek yükseldiği ta uzaklardan hissediyordum. Tavan arasına sıkışan aynalı köyün kavalcısının ruh haline benzemeyen birinin gönül nefesiydi, belli. . Ezgi sanki yarım kalmış bir şiir, yok yok daha açık söylemek gerekirse ezgi sanki intiharla biten bir karasevdanın şiirini hatırlatıyordu.. Dahası sanki henüz yazılmamış veya yazılıp kaybolmuş bir kaderin kitabı gibi belki Nihat’ın bahtiyar ruhunun fısıltısıydı, bu ezgi. 
DEVAM EDECEK