Zengin olup olmadığımızı anlamanın bir yolu da düne bakmaktır. Yaşı altmışı geçenler bunu iyi farkeder. Yaşı genç olanlar elli yıllık fotoğraflara baksın anlar.
Nohut oda-bakla sofa evlerde oturuyorduk. Soba ile ısınıyorduk. Gençler şimdi sobayı bilmiyor, versen yakamazlar bile. Çocukların pantolon dizlerinde ve kıçlarında yama vardır. Naylon çorap çıkmadığı için el örgüsü yün çorap giyilir, onun parmak uçları ve topukları delinir; analarımız-ninelerimiz yeniden onararak (gözeyerek) tekrar sahibine verirlerdi. Köylülerde çok daha acıklı manzaralar vardı. Birinin şehirde bir işi olsa, kendi kırk yamalı ceketi ile şehre inmeye utanır, komşunun ceketini ödünç alırdı.
Yol yoktu.
Demiryolu esastı. Ama azdı.
Kara yollarında taka otobüsler, yokuşlarda tekleyen kamyonlar çalışır; kışın her yanı kar kaplayınca yollar da kapanırdı. Doğu`daki şehirlere gazete üç günde bir gelirdi.
Şimdi köy yolları bile asfalt. Hemen her yere elektirik ulaşmış durumda. Köylü çocukların cep telefonları var. Çobanlar transistörlü radyo ile dolaşıyorlar.
Şair Kemalettin Kamu ünlü `Bingöl Çobanları` şiirinde o günün çoban çocuğunu şöyle anlatıyor:
`Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum
Bu dağların eskiden âşinasıdır soyum
Bekçileri gibiyiz; ebenced buraların
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi
Hergün aynı pınardan doldurup testimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla.
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni,
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini
.............`
Şimdi birçok yerde köy-şehir ayrımı kalktı. Şehirde ne varsa köyde de o var. Adamın hem traktörü hem taksisi var. Ama bazı kırsal bölgelerde Doğu ve Güneydoğu`da hâlâ mahrumiyet çeken mezralar, köyler var.
Hemen herkesin giyim kuşamı yerinde. Kimsenin elbisesinde yama yok. Bizim bir kışlık, bir yazlık gömleğimiz, pantolonumuz olurdu. Şimdi her gencin maşallah 20-25 gömleği var.
Karakışta hıyar-domates yiyoruz. İletişim-ulaşım-eğitim-sağlık sorunları büyük ölçüde aşılmış durumda.
 
Yine de Türk-İş`in belirlediği `yoksulluk sınırı`nı belirtmeden geçmeyelim: Üç bin TL. Bu bence abartılı bir rakam. Ülkede çalışan kesimden kaç kişi alıyor bu rakamı?
Hemen herşeyin yetiştiği cennet gibi bir yurdumuz var. Ama tarım yıllarca ihmal edildiğinden geçen yıl İtalya`dan ıspanak ithal ettik. Buna mukabil kendi tohumumuzu ürettiğimiz gibi tohum ihraç eder hale geldik.
Geçenlerde Tarım Bakanı Mehdi Eker yeni `Tarım Reformu`nu uzun uzun anlattı. Atılacak çok adım var. Öncelikle bölünmüş veya bölünmeye mahkum arazilerin birleştirilerek `Verimli tarım` yapılacak büyüklüğe çıkarılması, tapu-kadastro ve miras hukukunun tamamlanması. Makinalı tarıma geçilmesi ve su meselesinin halli vesaire.
Köyünde geçimini sağlayan göç etmez. Kimse vatanını terketmez. Köylünün topraktan kopmaması, ürününün (alın terinin) değerini bulması, organik tarımın yaygınlaşması lazım.
Bu arada en önemli husus ayağımızı yorgana göre uzatmamızdır. Özal döneminde bu kaide ihlal edildi. Kapitalist ekonominin son vagonuna bindik, tüketim ekonomisine girdik. Oysa ki bizim `Kanaat Ekonomisi` içinde yaşamamız lazım ki; bu dinen de bize yakışan bir tutumdur. Bizde aslolan `gönül zenginliğidir`.
Sabır ve şükürden daha büyük zenginlik olur mu. Sabır ve şükrü unutanlar görsel medyanın fişteklenmesi ile `Ben de isterem` demeye başladı. (Bunca varlık var iken / Gitmez gönül darlığı)
Şunu bilelim ki nefsin istekleri sonsuzdur, bitmez. Kapitalizm, küresel ekonomi hem dünyayı, hem insanlığı tüketiyor. İklimler değişiyor, dünyayı sel alıp götürüyor. Toprak, su, hava zehirleniyor.
Zehirli bir dünyada zengin olsan ne yazar. Gözü kara şirketler hükumetleri dizayn ediyor. Siyasetin finansmanı karşılığını istiyor. Amerika hapşırsa biz burda nezle oluyoruz.
Evet dünyanın artık bir köy olduğu söyleniyor. Buna inanmayın. Bilimsel tekliflerin ardında hep bir katakulli dönüyor.
Kendimize güven şart. Gözümüzü komşunun tavuğuna dikmeyelim.
Bilelim ki o tavuk kimyasalla büyütülmüş kırk günlük bir piliçtir ve onunla beslenmek hastalığa davet etmektir.