Evvel yoğ idi, ucun ucun çıkmaya başladı ölüleri yakmak âdeti. Münferittir diyebilirsiniz, münferittir ama pek çok sosyal oluşum böyle başlar, iz bıraka bıraka derinleşir. Derinleşme imkânına sahip tek bir olay, alır başını yürür; önce ahlakileşir sonra da hukukileşir. Bir de bakmışsınız ki kanun hükmüyle ölüleri yakmak için belediyeden ruhsatlı, ticaret odasına kayıtlı, TSE garantili fırınlar kurulmuştur.
Adına ben de “Büyük Dönüşüm” diyeyim… Dünyayı fabrikalaştıran bu süreç, ölüleri de yüksek fırında bir avuç kül haline getirerek, savurma ya da bir kavanozda rafa kaldırma uygarlığı sunmaktadır. Hint’te bilinen bir âdettir ama bunun doğrudan Hindîlerle ilgisini kuranlar var ben kuramam; daha çok suyun buharlaşma özelliğinin keşfiyle ilgili görülmelidir bence… Su buhar olur uçar, bir avuç tortu kalır. Önce tekmil frengistanda başlamıştı, sonra yaygınlaştı, sıçramalarla bize doğru gelmeye başladı. “Gelir mi?” derseniz, “Gelir!” derim… Doğu-Batı diye diye, başımıza gelmeyen kalmadı; neler geldiğini oturup da insaniyet dairesinde düşünmedik… Ne yani! Bugünün dünyasında ölülerini en çok yakarak yola vuran İngilizler, işin iptidasında hayıflanmadılar mı, üzülmediler mi? Hepimiz, zaman ve mekânı birleştiren, dişlileri arasında insana mahsus ne var ise parçalayan, öğüten devasa bir makinenin içindeyiz. “Gâvura olan, sana bana olmaz!” demeyin; ne gâvurumuz var, ne de biz o müslümanlarız… Bırakın uygunadım yürüyen akıllılarımızı, delilerimiz bile artık aynı nedenlerle deliriyor! “Yürek ezici izdiham” başlığı altında hatırlatırım dediğim “mim”i burada açalım ve paralel okuyalım.
Yirmi küsur sene evvel birader-i kudemadan Hasan Yurtoğlu bir kitap hediye etmişti: Ölüm Karşısında Batılının Tavırları… Kitap, sıfır kilometre değildi, pek çok satırı çizilmişti, kalanı da ben çizdim. Ta o gün, böyle bir yazı yazmayı da düşünmüştüm. Ve yine “batılılar ne yaşamışlarsa, bir benzerini bizler de yaşarız!” cümlesini zaman denilen satha o lahza yazmıştım. Ölümün, bütün anahatlarıyla hayatımızdan nasıl çekildiğini geçen yıllar içinde safha safha yaşadık, yaşıyoruz. En önemli eşik, “ölüleri yakmak”tı, bir nevi o da başladı ve dışarıda yakılan ilk cenazenin külleri İstanbul Boğazı’na saçıldı… Bence bu olay, bir işaret, geleceğe doğru sıkılan bir işaret fişeğidir,
Atlamayalım… Çok mühim bir hadisedir, alkışlı ölüm; bir yönüyle ölümün bu dünyadan alkışlarla sürgün edilişidir. Ölüme, dine, hayata ve adı konulmakta zorlanan “bağzı şeyler”e isyan da var işin içinde. Bu “bağzı şeyler”, hiçleyecek bir şeyi kalmayanların hiçliklerini dile getiren bir görüngüdür. Çepikli cenazelere karşı kendilerini sağlama alan insanlar ve o insanların “Alkış istemem!” vasiyetleri var. Müslümanlarla yoğrulan yurtta bir kişinin bile “Alkış istemiyorum, beni müslümanca gömün!” diye vasiyet bırakması da bir işaret fişeğidir… İnsanların, “muhterem bedenler”i üzerindeki tasarruflarını öldükten sonra da vasiyet yoluyla sürdüreceği yahut varislerinin tercihine bırakacağı günler çok uzak değil…
Tabii, frenklerin baş tuttuğu bu gidişe, alaturka frenklerimiz de bir katkıda bulunurlar. Mesela, bir yakınları buharlaşırken çepiklerle eşlik ederler, bu anlamlı terakkiye özgün bir renk(!) katarlar… Böyle şeyler “Bizde olmaz!” mı dediniz? Olmayabilir ben de yazmadım sayarım. Olursa da “Demişti ki…” der geçersiniz; dünya denilen bu tecrübeler definesi, “Dediydi, demişti”lerden ibaret değil mi?
Alkışlar arasında ölüleri yakmak
Berat Demirci
Yorumlar