Kurt hikayesi de efsanesi de çoktur. Bir tanesini ve bir mevzuya bağlamak kastındaydım. Anlatayım; “Kurt dumanlı havayı sever!” sözü ile de doğrudan alakalıdır; çünkü dumanlık, görüş alanımızı daraltır.Eke kurt, sürüden azıcık uzak düştüğünün ve çobanın görüş alanından çıktığının farkına varamayan bir koyuna gölge gibi yaklaşır ve dişlerini kulağına geçirirmiş. Çoban, kendini kavalda üflediği havaya vermiş olabilir ki, o da kurt için dumanlık hava sayılır. Kendini emniyetli mesafede hissettiğinde kulağı bırakırmış ama biçare koyun kurdun yanı sıra yürümeye devam eder, çobanın ses soluk duyamayacağı bir tenhalıkta gırtlaktan dalarmış. Gördüm mü? Hayır. Anlatanlar, geniş zaman kipinde anlatır; ben -mişli geçmiş zaman kipinde naklederim. Naklettiğimin olurunu olmazını düşünmem; tabiatın içinde yaşayan insanlar hayvanlara ait çok haller görmüşlerdir. Görülen haller, uydurulacak türden değildir; kendi kültürel kodlarını da içinde taşırlar.
Öküzü de kulağından tutup sabana koşarlar; malumunuzdur, ceza nev’inden çocukların da kulağını çekerler. Kulak hassas olup, dişe de ele de gelir bir uzuvdur ama esas görevi duymaktır. Orta kulak, iç kulak da var ama kulak kepçesi, bu müştemilatın tamamını temsil eder. Kulak denilince herkesin aklına dış kulak gelir. Duyma organımızdır, kepçenin kapsam alanı içine giren sesleri gayr-ı ihtiyari duyar; bazılarına kulak kesiliriz, bazılarını ise can kulağı ile dinleriz. “Can kulağı” insana mahsustur; çünkü can, haberden ibaret bir mecmuadır. Her duyu organı kişilik denilen bütüne malzeme taşır. Kulak hafızası, dil-anlam mütekabiliyeti açısından esaslı bir yere sahiptir. Gözle okunanın, farklı unsurlar kullanılarak biteviye inşa edilmesi; anlamı kaypaklaştırır. Dil ise anlam-eylem mütekabiliyeti çerçevesinde günlük hayatta yerini alamadığı için, sıradanlaşır. İnsanlar arası iletişimin yerini “vasıtalı iletişimsizlik” alır. Sözün iletişim aracı olması değil, formatlanan ve güncellenen bir araç olması; diğer alanlardaki piyasa oluşumunun şartlarıyla aynıdır. Sözün piyasası, sözü yalnızca “söylem paketi” içinde bir katma değer olarak kullanır.
Modern zamanların hâkim söz piyasası, “içeri olan”la “dışardan alınan”ı yer değiştirmiştir. Seri benlik imalatına böylece yol açılacağını ummuşlardır. Birey, erinin sözü olduğu halde, sözünün eri olduğuna sahte vekâlet sistemiyle inandırılmışve bu inanç, paradoksal bir biçimde kullanım değeri bazen sıfır olan özgürlüklerle senkronize edilmiştir. İrili ufaklı ama model itibarıyla aynı olan iktidarların başarısı; bütün insan uzuvlarını -kulağından- tutup götürülebileceğidüzenekler geliştirme ve onlar vasıtasıyla bütünleştirebilme ve kanalize edebilme kudretiyle ölçülebilir.
“Dedi-dedim” biçimindeki iletişimi bir “eski mesel” olarak görenler ve nasıl ikame edilmişlerse ona göre söz söyleyenler; dünya nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Modern yapının uzuvları kütleştirdiği ölçüde, söz söylemek dekütleşmekte; “Alan da veren de benim!” biçiminde nefsin kendini müdafaa refleksine dönüşmektedir. Bu “yeni hiçlemeversiyonu” Protestanlığın bireylere bahşettiği en rasyonelleştirilmiş özgürlük yolunun devamıdır. Neo-protestanlıklar diyebileceğimiz eklektik inançlarınpiyasa ve iktidar içerisindeki konumu: dinin ekonomiye-ekonominin dine uyarlandığı dönemden daha farklı bir duruma tekabül eder. Birey, nefsine münhasır günah icat edip ve işleyip; kilisesiz papazsız günah çıkarma özgürlüğüne kavuşmuştur. Dağınıklığın,inançlaştırılmış siyaset vasıtasıyla giderilmesi, en pratik yololmuştur ve bu yol, iktidarın yöneten-yönetilen ilişkisi açısından yenilenmiş bir çeşididir. Bireyler, “Üçlemenin” ve “Hiçleme”nin işe yaramayan özgürlüklerini tadabilmek için tüketim dehlizlerinde kaybolmaktan bu yeni inanç sayesinde kurtulmuştur(!). İktidar nefes tazelemiş; sistem kulaklarından tutulup uygun yerlerde ikame edilen adanmış canlar kazanmıştır. Evangelizminançlaştırılmış bir siyasi pratik olarak yaşanan ve gidişat bildiren açık seçik bir örnektir. Yaşananın, yaşam tarzı olarak yaygınlaşması mümkündür ve en azından dikkat gerektirir.
Söz alıp söz vermenin tersyüz edildiği bir vasatta, söz kurtlarına gün doğmuştur. Söz kurtları, söze çoban olarak -ki bu çok büyük bir haslettir- kimse tarafından tutulmadılar ama öyle istihkam edildiler. Çoban değil, patron demek ucunda iktidar ve paylaşım olduğu için daha doğru olur. Güdülen/güdülenen ve söyleme alıştırılmış dilsizler zümresi,gönüllü ulak oldular. Güdülmeyenler sadece küskün olabilir, güdülenemeyenler ise, her mahal ve mahallede etkisizleştirme ve ötekileştirilmeye maruzdurlar. Söylemin eke kurtlarının, söz almak-söz vermek ruhî temayülüyle pazara çıkanları kulağından yakalamaları için engel kalmamıştır. Parçalamıyorlar elbette, insan tabiat dışı yaşamak için bile medeni olmak zorundadır. Kulağından yakalananların, onlardan söz almaları ve onlara söz vermeleri yetiyor.
Hayata inkılap etmeyen bir dinî ahlakın ahlakçılığına soyunanların, “Bizde böyle bir şey olmaz!” demesi bile, neler nelerolduğunun işaretidir. Malumatlıların hayatın dışından ve üstünden ürettikleri seri aforizmalar ve coşkun duygularla hayata balıklamasına dalanlarınseri dizeleri; aldatan bir hareketlilik halidir.Her iki zümre de birbirini iyi anlamakta ve anlaşmaktadır. “Mistifikasyon” günümüzün en tehlikeli operasyonu olmakla beraber, nostaljik bir zemine de rahatça pususunu kurmuştur. Hangi “The cemaat” mensubuysanız söyleyin, yüreğiniz yiyorsa; ben de kurt kim, kulağından yakalanan kim bütün kalıbımla söyleyeyim. Adınız ha Hasan olmuş ha Hans, aynı yolun yolcusu iseniz fark eder mi?
Dumanlı havada açık söz söylemek zorlaştığı için, mevzu derin olmasa da uzayacak ve devam edecektir…