İlkini geçen yıl gerçekleştirdiğimiz, Eğitim Bir Sen gezileri bu yıl da artarak, çeşitlenerek ve büyüyerek devam etti. “Osmanlının İzinde Balkanlar” gezisine bu yıl İtalya ve İspanya gezileri de eklendi. Önceki gezimize Yunanistan’dan başlamış ve Bulgaristan’dan memlekete dönmüştük. Bu yıl, tam tersi bir güzergâhtan yani Bulgaristan’dan başladık. Böylece; Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya üzerinden İtalya turuna katıldık. “Bal” ve “kan”ın her an yana yana olduğu, “bal” üzerine “kanın” her an damlamaya hazır olduğu bir coğrafya olarak tanımladığım, “yalancı cennet” Balkan ülkelerinin bazılarını İtalya gezimiz vesilesiyle tekrar görmüş olduk. Balkanlara dair izlenimlerimizi üç ayrı yazıyla değerlendirdiğimiz için bu konuya fazla girmeden, Balkanlar başlangıçlı İtalya turumuza dair değerlendirmelerimize ağırlık vereceğiz.
İtalya gezimiz, İstanbul Kadıköy Söğütlüçeşme’den iki grup iki otobüs ile hareket etmemizle başladı. Kapıkule Gümrük Kapısı’ndan, meşakkatli bir yolculuktan sonra Bulgaristan’a geçerek ilk önce başkent Sofya’yı turladık. Ülkenin hemen her şeyi başkent Sofya’da bulunuyor. Yakınında durduğumuz, Alexander Nevski Katedralini ziyaret ettik. Daha önce bizlerin diline dökülen, yeni grup arkadaşlarımızın da sözlerine yansıdı. Onlar da otobüsten inip ilk gördükleri yerden katedrale bakınca, “kilisenin iki yanına iki minare, ne de çok yakışır” dediler. Başımda şapka ile içeri girmek üzereyken, bir görevli hemen işaret ile beni uyardı ve şapkamı çıkarmamı istedi. Bizim camilerimize, sekülerlerimiz başta olmak üzere her gelen neredeyse çırılçıplak giriyor. Adamlar, kiliselerine şapkayla bile almıyor.
Ardından 1567 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan ve ibadete açık olan Banyabaşı Camisini gezdik. Caminin yakınında onlarca musluğundan sıcak sular akan bir çeşme var. İnsanlar, sıcak suyu bidonlara doldurup götürüyorlar. Şifa kaynağı olduğunu düşündüğümüz sudan bir kez daha içtik. Sonrasında, buradan ayrılarak Belgrad yollarına düştük. Yolda, ismi çok tanıdık gelen Bayburtlu Tesisleri adlı lokantada yemeğimizi yedik. Tesisleriyle, araçlarıyla, Türklerin dünyanın her yerinde olmaları mutluluk ve güven verici.
Sırbistan, Nikola Tesla gibi bir dâhinin memleketi. Her yer, Kosova da olduğu gibi dümdüz ova. Tarlalar ekili, göze en çok çarpan mısır ve buğday. Sırplar bu ürünleri Avrupa’ya satıyorlarmış. Beograd, yani Belgrad, beyaz şehir demek. Belgrad; büyük, modern bir şehir. Gökyüzüne doğru yükselen Avala Kulesi çok uzaklardan dahi görülüyor. Belgrad Kalesi ilk durağımızdı. MÖ 279 yılında, Doğu Roma İmp. I. Justinianus tarafından inşa edilmiş. Daha önce defalarca kuşatılan Belgrad ve Kalesi Osmanlı İmparatorluğu tarafından ilk defa 29 Ağustos 1521'de Kanuni döneminde fethedilmiş. Kale, II. Süleyman döneminde 1688'deki Belgrad Kuşatması'na kadar Osmanlı egemenliğinde kalmış. Kaleden baktığımızda Tuna ve Sava Nehirlerini ve birleştikleri yerleri gördük. İç İstanbul ve Dış İstanbul Kapılarını gördükten sonra, Damat Ali Paşa Türbesini ziyaret ettik, dualar okuduk. Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi’nden su içtik.
Sırpça içerisinde bulunan, Türkçe kökenli 1850 tane kelimeden yaklaşık 500 tanesi elan kullanılmaya devam ediyormuş. Zaten, kalenin bulunduğu alana da Kalemegdan Parkı yani “Kalemeydanı” deniyor. Burada gezerken, Uzak Doğulu bir kızcağız soyulma tehlikesi atlattı. Bu alanı ve Belgrad’ı serbest zamanda gezdikten sonra otelimize geçtik. Ertesi gün, Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’e doğru beş saatten fazla süren uzun bir yolculuğa çıktık. Dört yüz kilometre mesafelik yol. Güzergâh boyunca Zagreb’e kadar bir tanecik tepe bile yok. Onca sıcağa rağmen, yem yeşil bir coğrafya. Yol boyu gözümüze ilişen ve dikkatimizi celbedenler ise ayçiçeği ekili tarlalar, yılkı atları, saman balyaları, mısır tarlaları ve tek tük köysel yerleşim birimleri oldu. Sonunda Zagreb'e geldik. Zagreb, sırtını dağa dayamış bir şehir. Şehire otobüsle girebileceğiniz tek bir yol varmış. Programımızda olmadığı için Zagreb şehir merkezine girmeden, teğet geçip devam ettik.
Başkent Zagreb, Dalmaçya tipi sahillere sahip Hırvatistan’ın iç kısmında kalıyor. Hırvatistan sahillerinde, Adriyatik Denizine dağılmış vaziyette binden fazla ada varmış. Bu adaların Avrupa’nın en güzel sahilleri olduğu söyleniyor. İşin garibi, bu sahil şeridi tam da Bosna Hersek’in denize açılan kıyılarını oluşturması gerekirken tamamına yakını Hırvatistan topraklarını oluşturuyor.
Ve Slovenya’nın başkenti Lübliyana (Ljubljana)’ya geçiş. İki milyon nüfuslu bu şirin ülke, nüfusunun iki katı yani yılda dört milyon turist ağırlıyor. Türkiye’ye yılda yüz yetmiş milyon turist gelmesi gibi yani. Ülkede doğa, bir zamanlar TRT’de “Resim Sevinci” adlı programda Ressam Bop Norman ROSS’un çizdiği tabloları anımsatıyor. Dünyanın en güvenli ülkelerinden biri. Suç oranı yok denecek kadar az ve son yıllarda sadece yabancıların karıştığı iki cinayet vakası olmuş. Ülkede binlerce mağara var. Ülke topraklarının yarısından fazlası koruma altında ve ülkede iki yüzden fazla şelale bulunmakta. Adriyatik Denizine de kıyısı da olan, nehirleri, dağları ve doğasıyla, güzel bir ülke. 37 derecelik bir ısıya rağmen, dağ taş yem yeşil. Slovenya, çok yağış alan bir bölgeymiş. Şirin, küçük bir Anadolu kasabası görünümünde bir girişten sonra, şehrin içlerinde ilerledikçe masalsı bir şehir havası olduğunu hemen hissediyorsunuz. Şehrin tam ortasından geçen ve üzerinde teknelerin dolaştığı Aşk Nehri, Ejderha Köprüsü, sokak müzisyenleri, trafiğe kapalı tarihi alanlar, dar sokaklar, saat kulesi ve arka panoramada kale. Nehir üzerindeki köprülerde yüzbinlerce kilit. Âşıklar, aşklarını bu köprüye kilitliyormuş meğerse. Peh peh peh. Mesele kilit satmak tabi.
Şehir çok yağış alıyor, şehir merkezinde geçirdiğimiz üç saatte, biri çok şiddetli olmak üzere iki defa yağmura yakalandık. Meydanda da sürekli yağmur yağdıran yapay bir sistem kurmuşlar. Ayrıca kış mevsiminde aşırı kar yağdığı için evlerin çatılarına bir ısı tertibatı yapmışlar. Sisteme elektrik verildiğinde çatılardaki karlar eritiliyormuş. Benzeri bir çalışmayı, geçmişte öğrencilerimize Teknofest projesi olarak hazırlatmıştık. Başkentin nüfusu 300 bin civarında. Ülke nüfusunun yüzde yetmişi Hristiyanlığın Katoliklik Mezhebine bağlı olduğu için hemen Avrupa Birliğine kabul edilmişler. Bu kadar güzellik ama yol boyu kimsecikler yok, sanki bu yalancı cennet köşelerini terk etmiş gitmişler. Kilometrelerce yol gidiyorsun ama yol üstünde başka bir şehre rastlamıyorsun. Ve İtalya’ya geçiş…
Es-selam.
D E V A M E D E C E K