Ruhunuzu sarıp sarmalayan, onun öz suyu ile güller açtıran sazı çalıp çalmamak, zamanlara, mekanlara dalıp, dalmamak elinizde değildir. Hayal deryasında yüzer, semasına kanat açarsınız. Gah bir tatlı düş, gah bir tatlı melankolik hüznün hülyasını kurarsınız. Sabah Facebookta gezinirken tanıyor olabileceklerim arasında bir isim gördüm. Açıp baktım, oydu. Her gün sesini duyduğum, boy boy afişlerini gördüğüm, cumhurbaşkanının, baş bayanın sofrasında fotoğrafları gazetelerde yer alandı. Gözleri, hedefine kitlenen füze gibi gözlerinize değende, bir ateş olup can evinizi darmadağın ederdi. Batıl itikadım yoktur ama, bir gün rahatsız olduğunu öğrenince, “kimbilir kimin nazarı değmiştir?” demekten kendimi alamamış ve üzülmüştüm. Bilmiyorum, Şekip Ayhan Özışık’ın “Saçların tarumar, gözlerinde nem / Ateşe benzerdin küle dönmüşsün (Erdoğan Ünver) “ şarkısını o da söylemiş miyidi? En azından yaşıyor olduğuna sevindim. Pera Palas etkinliklerimizi hatırlayan kaç kişi kalmıştır? Gönül Dostları programını hepsi rahmetli olan Hasan Süzer istemiş, Feyzi Halıcı ve Gültekin Sâmanoğlu başlatmıştı. Bana yardımcılıkları görevi düşmüştü. Sonra program benim üzerimde kalmış ve yirmi yıl sürmüştü. Onlarca, yüzlerce o günlerin dostu, programlar içinde gelip geçmişti. Programın sürdüğü yıllarda bu dünyadan göçenlerin ölüm yıldönümlerinde hatırlattığımda süreç içinde hatırlayan, gözleri hüzünlü bir gülümseyişle bakanların sayısı giderek azalırdı. O dönemde göçenleri hatırlamaya çalışıyorum: Kimler geldi, kimler geçti bu toplantılardan. Bugün aramızda yoklar ama, Pera Palas Oteli’nin kubbelerinden hoş sedaları yansıyor: Ali Teştov, Muhittin Güven, Turan Bayraktar, Zeki Ömer Defne, Haşim Nezihi Okay, Yahya Benekay, Safiye Ayla, Haydar Gür, Tahir Kutsi Makal, Nuşin Kavukçuoğlu, Mehmet Çınarlı, Tarık Gürcan, Necati Cumalı, Muzaffer Uyguner, Halil Soyuer, İlhan Geçer, Kerim Aydın Erdem, Ferzan Meriç ve onlarcası... Program sonrası kaybettiklerimizi saysam, sayfa yetmez. Zaman zaman bana küsen, alınan arkadaşlarımız olur, bağımsızlıklarını ilan eder, başka yerlerde şiir etkinlikleri düzenler, gruplar oluştururlardı. Yunus’un sözlerini hatırlar gülerdim içimden: “ Mal sahibi, mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan!..” Günümüzde de çoban ateşleri gibi İstanbul’un her köşesinde şiir günleri düzenleniyor, seviniyorum, gülümsüyorum: “Varın siz de oyalanın” diyorum. “Bunda ne zarar var?” diyeceksiniz. Haklısınız. Ne zarar olabilir. Birkaç saat birlikte olmanın güzelliğini, içlerinden gelen duygularının sesini birbirine duyurmanın, hoşluk içinde, tekrar buluşmak üzere ayrılmanın ne zararı olabilir? İlle de şiir sanatının zirvesinde olmak gerekmez. Toplantılardan sonra birlikte dönerken, Gültekin Sâmanoğlu ağabeyim: “Bugün de bir dirhem bal bulmak için bir kalbur keçiboynuzu yedik,” derdi. Gülüşürdük. Ben; ama şunun şiiri güzeldi diye birkaç isim sayabilirdim. Onlarca kişinin arasında birbirini sokakta görse tanımayanlar çoğunluktadır. Ama bir veya iki kişi kalır ki, işte onlar iyi günde kötü günde, günün değil, gönlün dostlarıdır. Şükürler olsun ki, benim bir iki gönül dostum var. Pazara kadar değil mezara kadar. Yakarıda saydığım isimlerin sonuna Ferzan Meriç’i bıraktım. Ferzan Meriç’i Pera günlerinden önce, Kadıköy’deki sohbet toplantılarından tanımıştım. Pera’da ve sonraki pek çok etkinlikte devam etti. Gönül Dostu hanımefendiydi. Karlı bir kış günü yılbaşına yakın İstanbul'un en güzel semtlerinden Laleli'de doğmuştu. 1958 yılında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ni bitirdi. Üniversiteyle birlikte bir süre İstanbul Belediye Konservatuarı'nda Şan bölümüne devam etti. Hobi olarak şiirler yazdı. Serbest eczacılık yaptı. Bu arada şiir yazmak ona mutluluk veriyordu. Kasım 1989 da "Şiirde Denemeler 1" isimli şiir kitabı çıktı. Şiirleri İstanbul ve Ankara'daki dergilerde yayınlandı. "Bir Zamanlar İstanbul" isimli ikinci şiir kitabında duygularını paylaştı. İki kitabı da gazetede tanıttığımı hatırlıyorum. Seksenli yılların sonu, doksanlı yılların başıydı. Ferzan Meriç, zor bir hastalığa yakalandı. Tedavi için Kanada’ya gitti. Mektuplaşıyorduk. 29 Eylül 1992’de Toronto’dan gönderdiği mektup bir şiirdi. Şöyle diyordu. “Dünyanın bir ucunda Gönül sevgi burcunda Mektubun avucumda Duruyor senli benli Gözyaşını sil diyor Seni beni bil diyor İyileş de gel diyor Çağırıyor senli benli Sıcacık içten sözlerle İncecikten gizlerle Çalınmadık sazlarla Çalıyor senli benli Bu destan gizli kalsın Çaresini kim bilsin Cevabın çabuk kalsın Beklerim senli benli.” Ferzan Meriç’in mektubu beni hüzünlendirmişti. Aynı gün şu mektubu yazarak moral vermeye çalışmıştım. Ama yazdıklarım moralden çok, hüzün rüzgarlarının uğultusu gibiydi: “Bir başka dünya gizli içimizde uzak değil Kucaklarımız açık, özümüz sevecenli. Üzülsek de sevinsek de açık gözyaşımız Gönül iklimi kurak, bahçeler çorak değil Yufkadır yüreklerimiz coşarlar senli benli. Kimi dağınık, kimi sermest, hem azadeler Aşka saygıdan yana özenli mi özenli, Okyanus ötesinde sen, bense buradayım Ey erenler, yediler, kırlar pirler bâdeler Aşk ehline nehirler okyanuslar nedir ki, Gönülden gönüle akarlar senli benli. Dün secdediydi bugün göğe erdi başımız, Bizden özge kimseler sabretmezdi bu denli Sevgiyi insanlığa meşale yapmadık mı Deniz fenerlerine yetti bizim aşkımız Gece gündüz sönmeden yanarlar senli benli.” Ferzan Meriç, yaban ellerde aradığı şifayı bulamadı. Türkiye’ye döndü. 7 Ocak 1994’de aramızdan ayrıldı. Heyhat 29 yıl geçmiş. Kadıköy ve Pera etkinliklerimizden bilmem kaç kişi hatırlayacaktır. Saygı ile anıyorum. Ruhu şad olsun.