1963 yılıydı. İzmir Küçükyalı’daki Askeri Hava Lisesi’nde ikinci sınıf öğrenciydim. Annem, babam bin km. uzakta Şarkışla’daydı. Rahatsızlandım. Gaziemir’de olan Askeri Hava Hastanesi’nde yanak ve alın kemiğimi delerek sinüs boşluklarını temizlediler. Birkaç gün hastanede yattıktan sonra istirahatli olarak okula gönderdiler. Uzun bir süre arkadaşlar derse girerken, ben koğuşta anne, baba şefkatinden uzak gurbeti içimde duya duya, gizli gizli ağlıyordum. Ağladığımdan, annemin de babamın da haberi olmadı. Zaten asker ağlamazdı.
Dört beş yıl önceydi. “Nostalji İkliminde Gezinti” adıyla görseller eşliğinde seminerler veriyordum. Konum asıl adı Samuel Uluçyan olan Sami Hazinses’ti. Filmlerde bizi güldüren Sami Hazinses’in, gerçek dramını ve besteciliğini anlatıyordum. Diyarbakır’da taşçı Mıgırdıç (Şifgar) ve Enna’nın oğlu Samo’yu kız kardeşinin ölümü çok üzmüştü:
Kız kardeşi Mari, şehrin Ermeni tebaasından Gewro’ya sevdalıydı. Evlendiler. Kader bu ya! Mari bir süre sonra kırklı yılların onulmaz illeti verem hastalığına yakalandı. Eşi Mari’yi tedavi için Beyrut’a götürdü. Çare olmadı. Ölüm haberi geldi.
Bacısı güzeller güzeli Mari’nin Beyrut’ta bir hastanede öldüğü haberini alınca Samo ağladı. Bacısının ağzından bir ağıt yaktı.. Bu türkü dillere düştü. Sonraları birileri bu besteyi kendi adlarına plağa okuyacak, hatta birileri de sahiplenecekti:
“Aman hasta düştüm gurbet elde
Vallah su verenim yoktur
Sılada anamın babamın haberi yoktur
Gönder beni sılama, vala gurbette kimsem yoktur
Yetiş anam imdada valla bu yara beni harap etti
Anam, anam garip anam.
Valla doktorlar bana dedi
Dön artık çaren yoktur
Sağdan sola dönemem, vala ızdırabım pek çoktur
Döneceğim doktor beyim
Billah takatim yoktur
Yetiş anam imdada,
Valla bu yara beni harap etti….”
Mevlüt Uysal diye biri İBB Başkanı oluncaya kadar seminer verecek, program yapacak imkân buluyordum. Bu zat ve avenesi hizmet yapmamıza engel oldu. Umudum seçimler ve yeni dönemdi. Maalesef hergelenin derdi, kendi çemberini çevirmek olduğu bilemedim. Umudumuz hayal kırıklığı ile son buldu. Söyleyecek sözüm, projelerim kursağımda kaldı.
Atatürk Kitaplığı’nda mı, Altunizade Kültür Merkezi’nde mi hatırlayamıyorum. “Bir Şarkı, Bir Türkü ve Bir Şiirin Hikayesi” program dizisi içinde Kemalettin Kamu’nun şiiriyle, Yıldırım Gürses’in bestesini birleştirmiştim:
Sanıyorum pek çoğunuzun boğazını düğüm düğüm eden şarkıyı hatırlarsınız:
Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde!
Eriyorum git gide,
Elveda her ümide,
Gurbet benliğimi de
Bitirmiş bir içimde!,
Ne arzum, ne emelim,
Yaralanmış bir elim,
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde!
Evet, ömrümce gurbet benim hep içimde oldu.
Türküsünden manisine, oyasından kilimine, adaklarından halk oyunlarına kadar aklımıza gelen her türlü folklor ürününe gurbet, hasret ve sıla duyguları yansımış. Hele hele halk hikâyelerimizde, halk şiirimizde ve türkülerimizde gurbet duyguları ilk sırayı alır olmuş.
Gurbeti ya da sılayı bir köy, deniz, coğrafi herhangi bir toprak parçası olarak tanımaya çalışanlar yanılırlar.
Gurbet, beşiklik döneminden beri hep özlemli ninniler ve türkülerle büyüyen Türk insanının benliğinde yaşamakta. Gurbet ve sıla duygularını türkülerimizde yaşayacağız. Nevzat Güyer’den Neriman Tüfekçi’nin derlediği Edirne türküsünü anımsadım:
“Aman dayler yol verin
A beyler ben sılama varayım
Sılam yeşil yaprak açmış
A ben nasıl dayanayım”
Gurbet de sıla da anıların gamlı gamlı söyleştiği yerdir. Yoksa özlenen fiziki bakımdan ne anadır ne bacıdır ne ahbaplardır ne de uğruna canlar verilesi sevgilidir.
Gurbet duyguları olmasa, halk ozanlarının semtine uğrar mı ilham perileri? Gurbet ve sıla duyguları olmasa türküler mi yakılır türküler üzerine? Bülbüller dert mi katar dert üzerine?
Gelinin gönlü mü yıkılır, yiğidin beli mi bükülür? Anaların var olan ömrü yok olur mu? Babalar gözyaşlarını içlerine akıtırlar mı?
Gurbete giden gelir mi? Gelip de sevdiğini bulur mu?
Gaziantep’te Hüseyin Kırmızıgül’den derlemiş türkünün sözleri gibi:
“Gönül gurbet ele varma
Ya gelinir ya gelinmez
Her güzele meyil verme
Ya sevilir ya sevilmez”
Türkülerimizden öğreniyoruz, “sılaya dönmeye yemin mi ettin” diyen Kayserili bacını ahvalini. Çorum türküsünden sıladaki evin bacasına bile duyulan özlemi… Erzurum uzun havası anlatmıyor mu “dört yanını gurbet sarmışken yapılan bayramın acısını. "Gine kısmet çekti gurbet ellere, /Acep nerden aşar yolumuz bizim?” diye soran Gaziantep türküsü gözü yaşlı yar ile kavuşulmazsa yaşanılacak perişanlığı anlatıyor.
Erzincan türküsü başa gelen onca felakete rağmen “Ağlama gözlerim Mevla kerimdir” diye umut aşılıyor. Erzincan’ın Çayırlı ilçesinde 1933 yılında doğan Âşık Beyhani, 38 yaşındayken gurbette hayata veda etti. Onun bir türküsü ne hazindir:
“Yolumuz gurbete düştü
Hazin hazin ağlar gönül
Araya hasretlik girdi
Hazin hazin ağlar gönül
Bu mudur senin eserin
Sinemi yaktı kederin
Ölürsem olmaz haberin
Hazin hazin ağlar gönül
Beyhani’yem budur hâlim
Senden ayrı düştü yolum
Bu hasretlik bana zulüm
Hazin hazin ağlar gönül
Birkaç kilometre öteye gelin giden kız da gurbette değil midir? Çukurova'daki amele, kışladaki yağız Anadolu delikanlısı, yatılı okullardaki öğrenciler gurbette değil midir?
Yarınki yazımda gurbette düşmüş gariplerin ahvalinden söz edeceğim.