Böyle bir hususu dile getiriş sebebim, yaşandığını düşündüğüm bir olguyu kavrama/kavramlaştırma çabasıdır. Konargöçer ve ilmihâlsiz düşünce odaklarının derhal her fikri ciddi ve mukim olmaktan çıkartan şirret akışı, iletişim imkânlarımızı daraltmaktadır; sonuç, bereketsizliktir… Demek istediğimizi tanıdık ve dost birilerine dercesine diyemediğimiz gibi, dediğimiz de enerjimizi somuran “düşünce karadelikleri” tarafından yutulmaktadır. Bu yüzden kavram üretmek de, üzerine düşünmek de zorlaşmıştır.
Salon İslamcılığı, dayandığı halktan uzaklaşarak, ayağımız toprağımıza ve “şimdiki zaman”a basmadığı için düşülen/düştüğümüz konum ve durumu anlatabilmek/anlayabilmek maksadıyla kullanılmıştır. İslamcılık, Osmanlı’nın son devrinde ve “Islahatçı” fikirlerle ortaya çıkmıştır. Osmanlı İdeolojisi gibi içerisinde kendi soru ve cevaplarını barındıran bir hayat tarzının fiilen ortadan kaldırılışı, İslamcılığı hakemsiz bırakmıştır. Islahatçı duruş, yerini modern uygarlığı kıyasıya eleştiren; bazen iyi gözüken yanlarının aslının İslam’da var olduğunu savunan teorik bir ideolojik duruşa dönüşmüştür. Diğer ideolojilerin tamamı modern uygarlığının temel parametrelerini içlerinde taşıyan bir tarih anlayışı ve şeması üzerinde ittifak halinde iken; İslamcılık ayrı bir dünya tasavvuruna sahiptir; bu yüzden, kapitalizm ve kapitalizme muhalif öğretiler kendilerini İslamcılık karşısında konuşlandırırlar. İslamcılık, inanmakla başlar; diğer ideolojiler ise inanmayı reddederek…
İslamcılık, başlangıçta bir seçkin hareketidir; vardığımız aşamada ehl-i kıble bir tabana yayılmıştır ama yine de seçkinleri vardır. Seçkin kadrolarda değişen şey, “aydın” kavramının “İslamcı” eki almasıdır; bu önemli kırılma, “Salon İslamcılığı”nın doğumudur. Salonlaşma süreci, kendilerine komünist diyenlerin, dünya ekonominin kendilerine sosyoloji kongrelerinde “eleştirel bakış hakkı” vermesinden sonraki hallerine benzetilebilir. “Bir elde kadeh, bir elde Das Kapital” dünyada olan biten her şeye emekçilerden habersizce eleştirel bakan sosyalistlerin konferans, sinema, tiyatro salonları vardır; “komünal” hayat sürdürebildikleri “komün”leri bile vardı, olabilir de…
Komünistlerin işi kolay; şu an isteseler mevcut mülkiye sistemine müracaat ile başlarını sokabilecekleri bir yerleşke satın alıp bir küçük adacık oluşturabilirler. Çünkü: Salonlarında icra edecekleri her çeşit eleştirel faaliyetin, batı kültür ve tarihinde kökleri vardır… Toynbee’nin ifade ettiği gibi, Marxizme de İncil’in sayfalarında bir yer bulunabilir. Hıristiyanlık, bugünün sezarları karşısında kendini günah çıkarma kabinine kadar daraltabilir, dünyayı fethetme idealine kadar genişletebilir. Roma’dan münharif modern uygulamalar, kilise ile devlet arasında salahiyet sınırlarının belirlenmesiyle gerçekleşen bir eklektik uygarlık olarak karşımıza dikilmiştir, el’an da karşımızdadır... Komünizm eleştirel bir faaliyet olarak salonlarını bulmuştur ve tarihî sebeplerle bağımlı oldukları uygarlığın “kara kedi”lerini işaretlemeye devam etmektedir. Ekonomi-politiğin eleştirisi, salonlarda yapılır ve eleştireni tatmin eder, cari sistem için ise oldukça işlevsel veriler sunar. Kulüpleri, komünleri, sanat cemiyetleri vs. vardır ama hepsinin mutlaka merkezinde salon vardır; komplike tesisler de olabilir: Salon I, Salon II, Salon III gibi numaralarla… Salona komünizm sığmaz; sosyalizm ise teorik lafazanlığa daha elverişlidir… Salon sosyalistlerinin ileri gelenleri gençlikleri sona erdiğinde bir yandan sosyal demokrat partilerde emekçilerin haklarını korurlar, bir yandan da emperyalist köklerine sıkı sıkıya bağlılıklarını sürdürürler. Ekonomi-politiğin eleştirisi: Tıpkı Engels’in Cezayir işgaline bedevilerin özgürlüğü(!) adına üzülmesine rağmen kendi medeniyetlerinin bekâsı için meşru görüşü gibi sürmektedir. Büyük petrol krizinde BBC’de açık oturuma çıkarılan bir sosyalist teorisyen, Ortadoğu petrolleri konusunda, ezilen halklara asla acımaz…
Gunnar Myrdal’in tavsiyesi kendi dairesinde yerindedir: Ev bitmiş, iskele çekilmiştir; mefruşat değişiklikleri yapmanın yolu açıktır, ekonomi-politiğin eleştirisi de salonda yapılır… Dünya “araçsallaşan akıl”lar tarafından hiç bu kadar tutsak edilmemişti… İslam, bu tutsaklığı reddeden tek özgürlük yoludur. Ne var ki, İslamcılık teorik düzeyde ve için için demokrasi içerisinde kendisine meşruiyet alanı açmak niyetiyle iç tutarlılığa da sahip pek çok anakronik üretmesine rağmen; senkronik ve fiili olarak faizsiz bankacılık dışında başarılı bir örnek sergileyememiştir… İç tutarlık ise, (meselâ Medine Vesikası gibi) teorilerin uygulandığı dönemle örtüşmesinden kaynaklanmaktadır. Bu tür tarihî modellerin bilinmesi gerekir ama fiiliyatta insanlığa, ülkelere, ülkemize inşirah verecek uygulamalar bugünün dünyası ve havadisinden yola çıkmalıdır. İslam, her devrin ekonomi-politiğine cepheden taaruzu olan bir nizamdır; dünyayı rant, emeği ücret, faizi kârla sadeleştiren bir nizamla ise kalem kalem değil, külliyen hesaplaşır… AB ile kalem kalem hesaplaşmalar, cari ekonomi-politiğin sınırlarına girer ve biz müslümanlar kırılan onurumuzu nefsî müdafaa niteliğindeki bu tür hesaplaşmalarla tamir edemeyiz… Edilemeyeceğini de zaman öğretebilir; çünkü yiğit düştüğü yerden kalkar…
SALON İSLAMCILIĞI I
Berat Demirci
Yorumlar