Kapitalizme erken boyun eğenler; askeri, siyasi ve ekonomik üstünlük sağlamışlardır. sömürge olan, olmayan diğer ülkeler ise büyük bir onur kırıklığına ve komplekse sürüklemiştir. Bu kompleks, mağlupların galipleri taklit etmesi biçiminde İbn-i Haldun tarafından formüle edilmiştir. İslam dünyasındaki ülkelerin hesapsız bir endüstrileşme ve silahlanma peşinde koşması, Batı’nın kendi dışındaki ülkeleri devlet zoruyla kapitalizme zorlamasındandır. Bu sürecin istisnası yoktur; ülkeler arasında sadece geçmişlerinden kaynaklanan farklılıklar vardır. “Kapitalist olmak yahut olmamak!”, “Olmak!”la özdeşleştirilmiştir. Toplum ve insan olmanın “varoluş vizyonu”nun eski raflara kaldırıldığı bu yarışta kullanılan temel kavram, çoğunlukla “şeref” kavramı yahut eşdeğerli kavramlardır. “Şeref”, ferdiyeti zedelenen kişiliklerin onarım aracı,  “millî şeref” ise modernleşmenin güdüleyicisidir.
Ruth Benedict, Japon halkının samuraylarda zirveye çıkan “şeref” kavramına verdiği olağanüstü kıymeti dile getirmiştir. Japon sanayileşmesi –ve dolayısıyla kapitalizmi- Kalvinist Protestanlığın yücelttiği “meslek” kavramına değil, irrasyonel bir kavram olan “şeref” kavramına dayanmaktadır.  Şerefli olmayı, Sanuraylardan devralan, şerefli Japon teknisyenler; Japon sanayisinin/mucizesinin kurucu özneleridir. Meslek kavramının yüceltilmesinde de dinî/motivasyonel değerler dayanak olmuştur. Bu değerlerin maddeci sonuçlar doğurması ise insanların/orta sınıfların ahlâkî değerleri nasıl ikiyüzlüce tasarruf ettiğini sergilemektedir. Kapitalizmin orijininin Batı olması bugün için çok da önemli değildir, çünkü “şeref” kavramı, amansız bir servet yarışının sadece tortusu olarak kalmıştır. Japon zenginlerinin büyük paralarla edinip, evlerine bir kutsal biblo gibi astığı samuray kılıçları, fıkralarını unutan bir toplumun ezikliğinin de resmidir. Kapitalizm, insanlığı bazen korku ve baskıyla, bazen kanla ve savaşla “şerefli bir ikiyüzlülük”lere sürüklemiştir.
Erbakan, bir tür samuray ahlâkıyla “Önce ahlâk ve maneviyat” diye yola çıkan bir teknisyendir; Türkiye’nin çehresini de büyük ölçüde değiştirmiştir. “Millî Görüş Gömleği” ise değiştirilebilen bir şey olarak, değiştirmeye hâlâ devam etmektedir. Hocamızın teknisyenliği, sadece ustası olduğu sanayileşme alanında değil, “Adil Düzen” projesinde de kendini göstermiştir. Refah Partisi’nin genç yıldızlarından ve o zamanlar MTTB’den dava arkadaşım(!), beni çaya çağırmıştı. Sekizlik bir demlik eşliğinde, kendisine görev olarak verilen Adil Düzen eleştirisini beraberce yaptık. Kalem benim elimdeydi ve samimi bir hizmet arzusuyla matbu Adil Düzen projesini hallaç pamuğu gibi didikledim. Şunu da anlamıştım: Adil Düzen, ortaya atılan ama henüz tartışmaya açık bir proje idi, ucu kapalı değildi… Erbakan Hoca’nın “açık kişiliği”ni ben hep orada görmüştüm; olmuş bitmiş bir şey yok, bir arayış vardı. Arkadaşım mebus oldu, bir daha görüştüğümüzü hatırlamıyorum. Eski günler üzerine konuşmak zordur, çünkü geçmişi herkes farklı hatırlayabilmektedir. Ama arkadaşımın “Bunlar doğru da, Hocam’a nasıl ulaştırırım!” sözünü unutmadım. Bu, siyasî kadroların iktidarın sağladığı çıkarları elden bırakmamak için örgüt katışmasına gidişinin göstergesidir; ayrıca tahlile değer bir bahistir.
Merhum Hocamızın ömrü ağır sanayi hamlesini gerçekleştirmeye yetmemiştir. Çünkü Japon devletinin değer verdiği “şerefli teknisyenlik”e, jakobenliği bile sahte olan Türkiye’nin iktidar seçkinleri; Milli Görüş’ü ve Erbakan’ı kendi saltanatlarına hasım saymayı tercih etmiştir. Devletin kendi işadamları ve askerî sivil bürokratları vardır; kendileri için en iyi olanı ne pahasına olursa olsun sürdürmek üzere konuşlanmıştır. Darbelerin arkasındaki gerçek güç bu stratejik konuşlanma konseptidir; dış destek, içerideki malzemenin kalite ve şahsiyetini tanıma ve harekete geçirmesinden ibarettir. Bunu hayatım boyunca “mesut ihanet” olarak gördüm, görmeye devam edeceğim. 17 Aralık darbe teşebbüsü de “mesut ihanet”in uzantısıdır. Bir darbeci kadro değişikliği söz konusudur; kadroya uygun darbe gerekçeleri üretilmiştir. İslamî cemaat(!), Sisi’nin islamcılığı kadar teferruattır.
Erbakan’ın darbeyle uzaklaştırılmasına gerekçe olan irtica, gerçekte devletin derin sahiplerinin imtiyazlarını kaybetme korkusudur. Darbeci kadrolar ve alt takımları; Milli Görüş hareketinin fikri derinliğinden değil, daima tabandaki sathî genişliğinden korkmuşlardır. Korkunun, mezkûr orta sınıf hareketine engel olamadığını; “Önce ahlâk ve maneviyat” özetiyle sloganlaşan değerlerin samuray kılıcı gibi evlere asılmasıyla sonuçlandığını düşünüyorum. Tüketim biçimi ve davranışlarıyla dünyadaki benzerlerinden mahallî farklar taşıyan bu yeni orta sınıflar; geçici bir durum değil; bir sosyal sabitedir, hareketli ve değiştirici bir olgudur. Türkiye’de sol, “tavuk körlüğü”ne tutulduğu için, henüz halkı görebilmiş değildir.
Erbakan, kendi yakınında olan pekçoğu önemli mevkilerde de bulunmuş kadrolarının her yönüyle ve daima üstünde yer alan bir liderdi. Bugün adeta “Terör Odağı” olmaktan yargılanan bir örgütü vatansever güç olarak takdim eden ve partisince tekzip görmeyen baba milli görüşçülerin haline bakınca düşündüğüm tek şey, Hoca’nın sahip olduğu samuray ahlâkından nasipsiz olduklarıdır. Milli Görüşçüler geniş bir kitledir ve hırpalamak da bir tür kendimi dövmem olur; çünkü anlattıklarımın çoğu zaman, mekân ve şahıs kadrosuyla “kendi hikâyelerim”dir. Rakibe muhalefeti yegane vizyon edinen bir siyasî hareket, fikir kulübü olmaktan ileri gitmez. Susmayı ve nöbeti devretmeyi bilmek “Önce ahlâk ve maneviyat”ın bir gereğidir. Ak Parti, çıkarılan gömleğin gövdesinde bıraktığı izleri orta sınıfların desteği sürdüğü müddetçe taşıyacaktır. İlerisi için ise Cumhurbaşkanlığı seçimine baktığımızda Türk siyasetinde %50’leri aşan bir orta sınıf hareketini ve içinde taşıdığı hırs ve dinamizmin kalıcı olduğunu anlamak gerekir. Eski rejim bakiyeleri de bunu anlamalı, buna alışmalıdırlar.
 Milli Nizam kurulmamıştı henüz…
Bir terslik gördüğümde “Namussuzlar!” deyip nârâ atan bir ergendim, çok dayak yedim, morluklarımı hep annemden sakladım. Ne zaman öyle oldum bilmiyorum ama kaybettiklerimin hepsini kâr sayıyorum. Yalçın Sineması’na ecnebî film seyretmeye gitmiştim, Erbakan Hoca konferansı dinledim, “Önce ahlak ve maneviyat!” demişti, filinta gibiydi… Onun aradığı evsafta bir partizan olmaya istidadım yoktu ama daima destekledim, gençlik hatıralarım her çeşitten millî görüşçülerle doludur. Necmettin Erbakan, gözünü budaktan esirgemeyen bir er kişi, bir samuray idi… Samurayların batıdan satın alınan silahların zoruyla devlet tarafından ortadan kaldırılışını anlatan bir Son Samuray künyeli bir film seyretmiştim. O filmde Japon imparatoru, hayatta kalan adamına Son Samuray’ın nasıl öldüğünü soruyordu. Aldığı cevap “Nasıl yaşadıysa öyle öldü!” olmuştu. Erbakan Hoca: Başucunda bulundurduğu teyemmüm kiremidiyle ve bu dünyadan göçmeden önce hastanede yapmış olduğu toplantıdaki son sözleriyle, tastamam nasıl yaşadıysa öyle göçen bir şahsiyetin resmidir.
Erbakan Hoca’yı darbeyle devirenlerin, kullandıkları silahlar ve teknikler de batıdan edinilmişti, en ufak bir tereddüdüm yok!
Gani gani rahmet diliyorum…