Bu soyut hikâyeme ilaveten bir hikâyem daha var ki, onu da sizle paylaşmadan geçemeyeceğim. Elini öpmek için ziyaretine gittiğim arkadaşımın annesi, rahmetli Melin Has Er ve evde misafir bulunan Prof.Dr.Mustafa Kafalı hocamın tavsiyeleri doğrultusunda Tanpınar’ı okumak bende bir görev hatta tıpkı Balzac, Dostoyevsky ve Tolstoy okumak gibi bende marazi bir hastalık oldu.
Şimdi kendi Tanpınar okuma hikâyemi burada kesip yavaş yavaşta olsa Tanpınar’ı yazmalarıma bir giriş yazma vakti gelmiş olduğunu düşünüyorum.
Yeni Bir  Giriş
Tanpınar’ın hakiki fikri çizgilerinin büyük resmini asistanları, asistanlarının yetiştirdiği akademisyen ve öğrencileri yaptı ve yapmaya da devam edecekleri bir gerçektir. Benim resim yapma kabiliyetim olmadığı için (ilk-orta-lisede resim dersim, müzikten sonraki en düşük notu aldığım dersti) ben, Tanpınar’ın fikri resimlerini yapmaya çalışmadım. Ben, sadece, onun yazdığı orijinal metinlerin satır aralarına gizlenmiş insanın ve toplumun zihni renkleri, gölgeleri, ışık oyunlarını görmeden, veya gölgelerinin kendisiyle değil, bu oyunun sosyal, siyasal ve iktisadi gerçeğinin niteliğini aramaya ve bulmaya sonrada resmetmeye çalıştım. 
Tanpınar’ı anlamak tek başına bir araştırmacının altından kalkabileceği bir iş değildir.Çünkü onun henüz aydınlanmamış fakat karanlıkta da kalmamış fikirlerinin yüz hatlarını hiç bir araştırmacının tek başına yapabilecek ne gücü ne de zamanı yetebilir. Sosyolog, psikolog, müzikolog, şehir mimarı, ekonomist, teolog, mutasavvıf ve edebiyatçılardan oluşan bir ekip eş anlı çalışırsa Tanpınar’ın şahsi düşünce ve kanaatlerini kurguladığı hayatı veya aksiyon adamlığı özelliği ortaya daha objektif olarak çıkartılabilinir.Tanpınar’ın denizine hangi iskeleden girilirse girilsin bu ekibi Tanpınar gerçeğine ulaştıracağı kesindir. Böylece o bir nebzede olsun, ideolojik spekülasyonlardan arındırılmış olur diye düşünüyorum.
Bilindiği gibi Tanpınar, zamanı,  mazi, hal  ve ati olarak birbirinden ayırmayıp bir bütün zaman dilimi olarak alır ve toplumun kültürünü sosyal, siyasal ve iktisadi hayatını da bir bütün olarak görür. Bu anlamda Tanpınar, toplumun mazisini ( hafızasını, hatırasını, kültür hazinesini) alıp, atisi ( istikbalini, geleceğini) dışlayan veya toplumun atisini ( hayallerini, rüyalarını, ümitlerini) alıp toplumun mazisini atan bir düşünür değildir. Kısaca söylemek gerekirse, Tanpınar, toplumun hafızası ile hayallerini yekpare gören bir kalemdir. Dolayısıyla Tanpınar’ın zaman algısı aynı zamanda toplumsal tarih algısıdır.Bu doğrultuda Tanpınar için tarih, “yekpare geniş bir andır” denilirse yanlış söylenmemiş olur. Hatta denilebilinir ki, Tanpınar’ın roman ve hikâyelerin de, hem maziyi özlemeyen hem geleceği ümitle bekleyen kahramanlar yaratması da bundandır.
Tanpınar’ın zaman algısı böyle iken kültür algısı da ondan farklı değildir. Yani kültür de onun için “yekpare değerler” bütünüdür.Bu anlamda o ne doğu kültürüne ne batı kültürüne körü körüne bağlı olmayan biridir.O ikisini de aynı anda sevmeyi becerebilen bir düşünür olması bağlamında  yaratmayı düşündüğü toplumunda böyle olmasını arzulamıştır.  O nedenledir ki, o hem Itri’nin veya Hafız’ın, Ferahfezasını hem de Vivaldi’in senfonisini eş anlı veya ikisini birden seven bir toplumu yaratmanın öncülüğünü üstlenmiştir. Onun bu arzusu Şark toplumu için geçerli olduğu gibi Garp toplumu içinde geçerlidir. Yani Garp’lılarda, Vivaldi’yi, severken aynı anda Itri’yi veya Hafız Postu sevmelidirler şeklinde bir anlayışı üstlenerek, yeni bir insanlık yolunun da bu olacağına işaret etmeye çalışmıştır. Romanlarında ki batı benzetmeleri onun batıya hayranlığından değil, doğuda ki nesle batıyı da sevin, batıda ki nesle ise doğuyu da sevin ve insanlığın barış kapısını açın anlamındadır.
Tanpınar’ın bu bakışına Mehmet Akif’de katarak başka bir cepheden daha bakılırsa, ortaya şöyle bir sonuç çıkar. Tanpınar, Mehmet Akif’ten yeni neslin oluşmasına ayrı bir bakış açısı geliştirmiştir. Bilindiği gibi Akif’in, “Asımın Nesli”, Anadolucu bir nesilken Tanpınar’ın bu bakış tarzıyla yaratmayı düşündüğü nesil evrenseldir. Akif, sadece Anadolu’nun özgürlüğü için fikirler kaleme almışken, Tanpınar yeni nesli oluştururken hem Mozart’ı, hem de Karacaoğlan’ı, hem Itri’yi hem de Wagner’i sev diyor. Dolayısıyla Akif, yaşadığı dönemin siyasal ve sosyal yapısından etkilenerek, Anadolu barışının, Tanpınar ise evrensel kültür barışını sağlayacak bir neslin peşindeler. Bunlara ilaveten Akif sadece cami’nin adamı iken Tanpınar ne caminin ne kilisenin adamıdır denilebilir. O hem caminin hem kilisenin yani her ikisinin de adamıdır. 
Tanpınar, Anadolu geleneğinin sosyal hayat ve törelerle ilgili hususları bir araya getirmek, yaşayan ahlak ve geleneklerin devamını sağlamak; böylece atalar kültürüne  dayalı bir Anadolu medeniyeti kurmaya çalışmayıp batının akli yöntemleriyle bunları birleştirip zenginleştirmeyi amaçlamıştır. Yani kadim Anadolu hayatını, hakim olan batı kültürü ile yeniden canlandırmayı çalışmıştır denilebilir.Bu bağlamda onun misyonunu “ben eskiye inanan biriyim; onun asla kurucusu olmadan  koruyucu ve aktarıcısı olmayı arzulayan ve bunun içinde batının maddi ve manevi aklını kullanmaktan bir mahsur görmeyen biriyim” şeklinde değerlendirmek daha doğru olacaktır.  
Kısacası, Tanpınar, tek tek değil sentez olarak hem Garbin, hem Şarkın adamıdır.O Garp’li olmayan Garp’li, Şarklı olmayan Şark’lıdır. Tanpınar için Garp’in Şarktaki, Şarkın, Garp’te ki  uzantısı olan adamıdır denilirse yanlış söylenmemiş olunur. Bu hususa Yahya Kemal vari ifade edilmek istenirse, Tanpınar, tıpkı “Üsküp ki Şar Dağ’ında devamıydı Bursa’nın” mısrasına uygun düşen bir anlayışın peşindedir . Sonuç olarak, Tanpınar, yeni dünya düzeni insanının, bütün kültürleri, bütün toplumsal değerleri, hep beraber, aynı anda hep birden sevmenin dünya barışının önünü açacağını satır aralarında defaten ifade etmiştir denilebilir.
Dolayısıyla, Tanpınar için tam anlamıyla batı hayranı, doğu düşmanı kültür ortamında veya tam anlamıyla doğu hayranı batı düşmanı bir düşünürdür denilemez. 
O batı ve doğu kültürünün terkibini kendinde toplamış “tek adamdır”. Bu cümleden olarak Tanpınar, hem batının içinde hem batının dışında hem doğunun içinde hem doğunun dışında olan bir adamdır denilebilir veya o hem her şeyin içinde hem her şeyin dışında olan tek adamdır ki bu da kaçınılmaz olarak onu yalnız adam yapmıştır. Bir başka ifadeyle buda onu sadece uçsuz bucaksız yalnız bir yazar değil yalnız bir insan yapmıştır. Bütün bu cümlelerden sonra akla şöyle bir sorununda gelmesi de normaldir;Tanpınar bu yalnızlık kalabalığında olmasaydı acaba bu roman ve hikâyeleri yazabilecek miydi? Bu soru da bilinmez bulmacaların rafları arasında kalacaktır.
DEVAM EDECEK