Yaralı Mahmut hikâyesi, tıpkı Şah İsmail ve Elif ile Mahmut hikâyeleri gibi aşk ve kahramanlık hikâyesidir. Gerek Mahmut gerekse Mahbup Hanım, iyi kılıç çalan, iyi ok atan bileği bükülmez kahramanlardır. Manzum ve mensur yapıya sahiptir. Kahramanların birbirlerine âşık oluşu, diğer pek çok hikâyede gördüğümüz gibi bade içerek olmamıştır. Hikâyenin sonunda, sevgililer birbirine kavuşmaktadırlar.
Hikâye metnini vermeden önce, hikâyeyi anlatan Osman Taş hakkında bilgi vermenin yerinde olacağı düşüncesindeyiz.
Hikâyeci Osman Taş, 1928 yılında Sivas’ın merkez köylerinden olan Keçili köyünde doğmuştur. Üç kardeşi vardır. Askerlik hizmetini Siirt’te yapmıştır. Bir oğlu bir kızı vardır. Sesi oldukça güzeldir. Şiire türküye olan hevesinden dolayı Koyuncu köyünden olan hikâyeci Hüseyin Kantar’ın yanına çırak girmiştir. Hüseyin de hikâyeleri Yenice köyünden Süleyman Usta’dan öğrenmiştir. Hüseyin, aynı zamanda babasının asker arkadaşıdır. Babası Hüseyin’in yanında hikâye öğrenmesine pek rıza göstermese de, Hüseyin, onu ikna etmiştir. Çevrede yine hikâye anlatan bir de Halil Karakuş vardır. Düğün sahipleri düğünlerine ikisini götürüp davetlilere hikâye anlattırırken, Osman da onların yanında aynı hikâyeleri defalarca dinleme imkânı bulmuştur. Şimdi ikisi de rahmetlidir. Hüseyin otuz, Halil de yedi-sekiz yıl önce vefat etmiştir. Günümüzde Sivas’ta eskisi gibi düğünlere hikâyeci çağırılmamaktadır. Bize birkaç hikâye anlatan Osman Taş da son derleme yaptığımız 2 Haziran 1999 gününde, on senedir hikâye anlatmadığını söylemiştir.
Osman’ın ise çırağı olmamıştır. Osman çevresinde beğenilen biridir. Çayboyu mahallesinden olan hikâyeci Recep Altay, diğer şiirlerini beğenmediği âşıkları tenkit ederken, “Sizin söylediğiniz oranlama, ordan burdan aktarma. Bununkisi makamıyla, hikâyesiyle işin aslı.” diyerek onu yüceltmiştir.
Sivas ve yöresinde hikâyeler, genellikle akşam namazından sonra anlatılmakla beraber, bazısı da sözgelişi; Nedim’in türküsü gündüz anlatılırdı. Halk, hikâyecilerin hangi hikâyelerini bildiği için onlardan “Şu hikâyeyi anlat” gibi istekte bulunurdu. Hikâyeci hikâyesine bir döşeme ile başlar ve hikâyesini gezerek anlatırdı. Hikâyelerdeki manzum kısımlar makamlarla terennüm edilir. Şayet saz çalmıyorsa bir elini kulağına atar öyle söylerdi.
…………………………………………
Metin:
Eeey benim efendim! Ben Koyunculu Aşık Osman, -Allah izin verirse- Doğan Efendi’ye, Yaralı Mahmud’un hikâyesini anlatacağım. Dinleyenlere selâm olsun, Aşık Osman`dan.
Eeey efendim! (Başlamadan önce döşemesini söylemeliyim.)
Ben Allah`tan ne isterim;
(I)ravan’da bağım olsa;
Girsem bağda otursam,
Destimi yare yetirsem.
Yüz bin de sağım olsa;
Sağımı soldan seçerim,
Yarenler, Tiflis’ten geçerim.
Kocabey yaylağım olsa;
Kocabey’im terekeme,
Mal seçerler terekeme.
Eğri kılıç Lezgi kama,
Gümüşten kolçağım olsa.
Gümüşten kolçağı takam koluma,
At binem gidem yoluma.
Yüz bin keçe altın olsa belime.
Taze, tıfıl, ağca, beyaz, nazik de yârim olsa.
Onun da faydası yok imiş; dünyada,
Kur’an ahirette iman beraber ola…
……………………………..
İstanbul’da Ali Bezirgân var imiş. İstanbul’da. Bir de onun ortağı Pamuk Baba var imiş. Bunlar Gence`den mal alıp İstanbul’a götürüp toptancılara dağıtırlar imiş. Orada malı satarlarmış. Günlerin birinde Ali Bezirgân vefat etmiş. Onun da iki oğlu var imiş; biri Ahmet, biri Mahmut. Padişah, Ali Bezirgân’ı tanıdığı için oğlu Ahmed’i Birinci Vezir olarak yanına alıyor. Mahmud da; “Benim kardaşım padişahın birinci veziri” diye çarşıda yiyor, içiyor, borç ediyor. Her gün eve, sarhoş kafayla gidiyor.
DEVAM EDECEK