`Türk Dili` dergisi Mustafa S. Kaçalin yönetiminde seviyesini yükseltti, aranır-prestijli bir dergi oldu. Bunda dergiye omuz veren yazar ve şairler yanında akademisyenlerin de payı var.
Derginin kapak düzeni, iç düzeni, kullanılan yazı karakterleri yerli yerinde. `Özel Bölüm`leri, söyleşileri dikkate değer.
Derginin Eylül 2014 sayısında Halime Toros`un `İshak Kuşu` başlıklı bir hikâyesi var. Toros`un yazı hayatı `bir görünüp bir yokolan` istikrarsız çizgide seyretti. Ancak ilk eserinden itibaren bir `cevher` taşıdığı görülüyordu.
Geçen zaman onu iyice olgunlaştırmış. Safralarından kurtulan kristal bir dile ve üsluba kavuşturmuş. `İshak Kuşu` bunun delili.
Bu sebeple hikâyenin ne anlattığını değil, nasıl anlattığını göstermek istiyorum. Son dönemde bu `nasıl anlattığı` meselesi `ne anlatıyor`un önüne geçti. Ben o fikirde değilim. `Ne anlattığı` en az `nasıl anlatıyor` kadar önemlidir. Yani ne biçim muhtevayı bastıracak (Bu bir yerde `hüner göstermektir` ki edebiyat gösteri değildir) ne de muhteva biçimin önüne geçerek hikâyeyi makaleye çevirecek. Her muhtevanın kendine mahsus bir biçime bürünmesi gerek-şarttır. Biçimsiz muhteva `tuzsuz aşa benzer ki` çekilmez yani. Ben ilmî-akademik yazılarda dahil meramını çekici kılmayı, düzgün ve etkili bir üslubu tercih ederim.
Meselâ rahmetli Erol Güngör edebiyat bildiği için iyi anlatır, güzel anlatır, anlaşılır ve zevkle okunurdu. Buna mukabil Şerif Mardin (Herhalde daha çok İngilizce yazdığından) zor okunur, yer yer anlaşılmaz.
Şimdi `İshak Kuşu`nun ilk iki sayfasından örnek vererek Halime Toros`a `Merhaba` diyelim:
`Akşam alacasıydı. Aşkların, yitiklerin, yitip gitmelerin ince bir sızı olup burun direğini sızlattığı saatlerdi. Dişsiz ağızlardan bir haykırış gibi çıkan hüzünlü şarkıların vaktiydi. Yaşlıların korkuya düştükleri, şükre ve tevekküle sığındıkları gün batımı ıssızlığıydı.
Parmaklara dolanan yumak iplikleri gönülsüz bir vazgeçişle çözüldü. Sevgililerin ve çocukların elleri de. Erkekler eve gelmek üzere çarşıdaki son alışverişlerini yaptılar. Ezan çiçekleri de kulak kesilmiş, müezzinin nidasını bekliyordu. Zaman o zamandı. Saat yönünde kıvrılarak çanak yapraklarını açtıklarında ev önleri sarıya boyandı. Vakitten vakte bir çiçekten geçildi.
Radyoların sesi kısıldı. Romatizmalı kadınların sızıları arttı. Bebekler, âdet olduğu üzere ağlamaya başlayıp çam ağaçlarından düşen tırtıllar gibi annelerinin kucağına tutundular.
Gökyüzü, Avrat Yatağı`nın girişindeki katran ormanından bulanmaya başladı. Kadınlar `Sis basacak yine` diye mırıldandılar. Çocuklar çağrıldı sokaklardan, bahçelerden; `Şimdi baban gelecek!` ünlemeleriyle. Sonra herkes sisin gelip kar sessizliğine bürümesine ortalığı, dar sokakları, kapı önlerini, çatıları kat kat örtüler altına almasını beklemeye koyuldular.
Günün bu saatleri, gidenleri tuhaf bir önseziyle beklemenin vaktidir. Eşikte bir karaltıdır, bir çağırıştır belki de, yan odada bir tıpırtıdır insana öyle gibi gelen, size çalınıyormuş hissi veren korna sesidir ya da. Sis evlerin üzerine abandığında, yalnızların kapıları açık kalır bir tek. Onlar sızıların, yürek sıkıntılarının, yaraların üzerini açacak, acıtacak bu sessiz istiladan kaçmazlar. Olmadık şeyleri hatırlamaktan ürkmezler.
Zihnin en kuytu köşelerine iteklenen yaralı `ben`ler, hiç olmamış kadar uzak duran yaşanmışlıkları sürüyerek daha dün olmuşçasına yakınlaştırırlar bu saatlerde. Günün gerçekliği bozulur. Yalnızlar bir `şimdi`de asılı kalır. Ne bir adım öteye ne de bir adım beriye kıpırdanabildiği bungun vakitlerde işte, açık kapıların ardında bekleyenlerin olduğunu bir sis bilir, bir de onlar. Şimdi yüzleşme vaktidir; hayatla, aşkla, ölümle ve o yaralı `ben`le. Yaşayıp giderken fark edilmeyen şeyler üzerine dalıp gitmenin ve istihzanın... Acı bir alayla radyodan yükselen şarkılara eşlik etmenin...`