Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği o küçük taşra kentinde 25 yılda bir cinayet işlenmişti.
Kahveci Yaşar’ı vurdular. Kimi cinayet, kimi kaza ile vurulmuş dedi.
 
Kimse kimsenin malına, gelirine, karısına, kızına bakmaz koca şehir büyük bir aile gibi yaşardı. Zaten dikkat çekecek bir gelir artışı olmuyor, kimse kimseyi kıskanmıyordu. Kimsenin evinde mobilya yoktu (istisnalar hariç), beyaz eşya henüz kullanıma girmemiş, teldolaplar mutfaktan çıkmamıştı.
 
Sokaklarda otomobillerin değil faytonların dolaştığı, durgun bir göl gibi tekdüze ve huzur içinde geçen zaman fazla sürmedi. Modern teknoloji ürünleri ve bunların getirdiği hayat tarzı asırlardır süren kanaat ekonomisini süratle tüketim ekonomisine çevirdi.
Bu çevrimde sanayileşmeden ziyade rant ekonomisi başı çekti. Artan nüfusu köylerden şehirlere göçe zorladı.
 
İktisat ve siyaset paranın gücüne güç kattı. Sonradan görme zenginler her ne kadar mizah konusu olsalar da “zor oyunu bozar” kavliyle kendilerini kabul ettirdiler.
 
Dengeler alt üst olmuş, toplumu ayakta tutan ahlak yara almıştı.
Güç iktidarı, iktidar gücü besledi, devlet eliyle zenginleşenlerin peşisıra serbest ekonomi (!) toplumun cıvatalarını gevşetti.
 
Ahlak bu ülkede ne kapitalizmin oluşumuna cevaz vermiş ne de sınıfların teşekkülünü sağlamıştı. Bizim ne işçi sınıfımız ne burjuvamız vardı. Sermaye temerküzü sağlıklı değildi.
Uzun süre (göç sebebi ile) ülke bir alt-üst oluş, bir karmaşa yaşadı, ideolojik çatışmalardan darbelerden geçti. Kişiler ve kurumlar güven duygusunu kaybetti. Geciken adalet nefsî ihtirasları körükledi, az zamanda zengin olma fikri hakim oldu. “Benim memurum işini bilir” düşüncesi “işini bileceksin-köşeyi döneceksin”e vardı. Nüfus artmış, aile bağları zayıflamış, devlet otoritesi sarsılmıştı. Haksızlığa uğrayan “Bu hesabı ben kendim göreceğim” noktasına varmıştı. (Hastane basıp doktor dövmek, okul basıp öğretmen dövmek hep bu psikolojinin ürünüdür.)
Banker faciasının ardından, banka kurup parayı toplayıp sonra bankayı batırmak âdet oldu. Her sokak bir çetenin eline geçti. Toz-dumana karıştı. İşte bu atmosfer içinde yetişenler kumara, uyuşturucuya alışıp yeraltı dünyasına indiler. Orta mektep çocukları belde silah dolaşmaya başladı. Racon kesmek moda oldu.
 
Merhamet, şefkat, dayanışma, hakka riayet yerini bencilliğe, heva ve hevese, haksız kazanca, kine, husumete terketti. Kumarda kaybeden işleri bozulan sarhoş acısını karısını döverek çıkarmaya başladı.
 
Azla yetinme terkedilmiş, her fert ayağını yorganından bir metre dışarı çıkarmıştı. Her yenilgi mevcut hırsı körükledi. Yeşil sahalarda atılan nizami bir gol bile kavga sebebi oldu. Stresli şehir hayatı bir apartman yönetimi toplantısını, bir sendika kongresini meydan savaşına çevirdi. Geceleri sokağa çıkmak tehlikeli hale geldi. Bu durumda dahi siyasiler ateşe benzin sıkıyordu. (Hâlâ bunların izi görülüyor).
 
Kadın cinayetleri artış gösterdi, erkek cinayetleri bunun üç-dört katı oldu. Şiddet yaygınlaştı.
Sebep.
 
Çok sebep var. Ben birini zikredeyim.
 
Pasta büyümüş ama yüzde beş nüfus pastanın yarısına el koymaya başlamıştı.
Yoksulluk kronik bir hal aldı. Milli gelir artıyor ama açlık sınırında yaşayanlar bu gelirden pay alamıyordu.
 
Pastadan pay almak her tür çatışmanın temelini teşkil ediyor.
Pastanın bölüşümünde demokrasi hal çaresi gibi görünüyor ama siyasetin finansmanı buna izin vermiyor.
 
Önce “Silahlara veda” demek lazım. (Ülke genelinde tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi bir silah toplama, silah bırakma kampanyası ne iyi olur. Herhalde bunu ilk yapacak milletvekilleri olmalı. Silah ruhsatı almak zorlaştırılmalı, silah bulundurmanın cezası caydırıcı olacak kadar artırılmalıdır).
 
Lazım ki millet gündüz gözü sokakta birbirini kurşunlamasın.
Bunu önce siyasi alanda görmeliyiz, sonra sivil alanda.
“Güvenlik paketi”ne bir de bu gözle baksak iyi olacak.