Bu faniden göçenlerimizi özlüyoruz, aynı zamanda da onlarla beraber yaşıyoruz. Hatıraları yaşatmayı değil, bizzat yaşamayı kastediyorum. Burada biten hayatlar, bir nevi sadrımızda nefes almaya devam ediyor. Günün birçok saatinde “varmış gibi” yaşantılarımıza giriyorlar, bazen “hâlâ berabermişiz kadar” da etkililer. Ölüm tadımlıktır, insan gerçekte ölümsüzdür; bazılarımız bunu daha fazla hissediyor ve hissettiriyor olmalı… Öteden varlığını hissettirenlerin vefa, dostluk gibi erdemlere sahip olduğunu; hissedenlerinse öbür dünya ile iç içe geçmiş, özge bir hayat sürdürdüğünü zannediyorum.
Birbirini gözucuyla takip eden ama okumayan bir vasatın hiç de yabancısı değilim. Telif kabiliyeti olmayan selikası kuvvetli gençlerin itiş kakış yazdığı, kendine bir minderlik yer açmaya çalıştığı ortamdı… Mahut ortamın tam ortasında bir 28 Şubat süreci yaşamıştık ve alışılageldik darbelerden birinin şiddeti kol geziyordu… Herkes bir şekilde savruluyor, uyaroğulları ise merhum Erbakan Hoca’ya verip veriştiriyordu. Konu “İslam” değildi, elden giden iktidar fırsatıydı. Şimdi de konu çoğunlukla İslam değil, ele geçen yahut kaçan fırsattır.
Tarihlerin şu an benim için hiçbir önemi yok, kayıtları vardır, ilgilenen bulur. 28 Şubat’ın az ötesinde “21. Yüzyılda İslam Dünyası” konulu bir sempozyum düzenlenmişti. Bence o sempozyum 28 Şubat’ın değil, bu günlerin habercisiydi. Katılımcıların kısm-ı azamı ince ayarlarla meşgul idi, bendeniz ise “Gâvura neler oldu?” diye bir soru açmıştım. Ayrıntılar önemli ama sözü uzatır, neticede o oturumlardan pek çok milletvekili ve sonrasında genel başkanlar bile çıktı. Şöyle bir şey de olmuş galiba, öyle dediler: beni tezyife kalkan –nerden bileyim ayrı pazarlar olduğunu- bir zata ters köşe yapmıştım. Sonra söylediler, güya adamın milletvekilliğine mani olmuşum.
Darbe sürecinde pek çok arkadaşım gibi, ben de az çok sıkıntılar yaşadım; asla açmadım ve hiçbir zaman da mühimsemedim. Çok fena kopuşlar yaşadım, bazı isimlerin altını da kara kalemle çizdim; önemli adamlardı(!). “Demek ki bu kadarmışız!” diye kendi kendimi yiyordum. Sempozyum bildirisini Dergâh’a yollamıştım, Mustafa Kutlu’nun özel ilgisiyle ve “Üsluba dikkat!” notuyla yayınlandı. Yazı yayınlandıktan sonrası bir gün Ayşe Şasa merhum aradı. O müthiş heyecanıyla, “Ne yaptın sen kardeşim, jet gibi üzerimizden geçtin!” dedi ve “Kemal Tahir sağ olsa, seni ziyarete gelirdi!” diye de ekledi. O günden sonra mesafeleri aşarak ve bir birimize yaslanarak şiddet günlerini aşıverdik. Ayşe Hanım’da o zamanlar çok yönlü ve büyük sıkıntılar içindeydi ama dayanıyordu. Sonra merhum Bülent Oranla tanıştık ve dost olduk; öyle ki, seferberlik üzerine yazdığım bir destanı duvara raptiyelemiş, gelip gidip okumuştu. Bülent Oran’ın entelektüel derinliği çok bilinmez, çok nefis bir kalemi ve mizah gücü vardı. Gençken yazdığı mizah yazılarını filan gösterdi bana ve okudum. Odanın bir tarafına sıra sıra onun, inci gibi el yazısıyla ve büyük harflerle yazılmış senaryoları dizilmişti. Gecenin geç saatlerine kadar o senaryolara hayli göz atmıştım. Senaryoların muhtemelen tamamının filmini seyreden bir kıdemli sinema kuşunun keyfini tahayyül etmek zor olabilir. Bir de bendeniz, seyrettiğimi kitap gibi de okuyanlardanım, her kare benim için bir satırdır.
Resmiyet bitti ve aramızda abla kardeş mesafesinde hiçbir sır kalmamıştı. Dostlarına karşı hep öyleydi, ileri derecede ilgi gösteriyordu ve bazen mahcup oluyordum. Saatlerce sohbet ediyorduk, genellikle akşamın geç saatleri. Hiçbir anında sıkıntı duymadım, tersine tevekkül ve sabır aşıladı. Zaman zaman ben, “eski çevre” ile bağlarını soruyordum, kopmuştular ama o sabırla onlara telkin ve tavsiyelerde bulunuyordu. Kesin tavır koymayan eski dostlarının hepsiyle son derece ölçülü ve tavizsiz bir muaşereti sürdürmekteydi; hayran olunası bir çizgi… Kendini kıranlar da oluyordu ama hiç aldırmıyordu. Ayşe Hanım denilince çoğu insanın aklına uzlette ve yapayalnız bir kişi akla gelmektedir; öyle değildi. Allah’a tam bir teslimiyet haliyle ve eline telefonu alarak herkesle bağ kuruyor; aynı zamanda birbirinden uzak nice insanı birbirine bağlıyordu. Anlaşılan ifadeyle söyleyeyim, İslamcı dostlar edinmişti ve garazsız ivazsız hepsini de takdir ediyor, kimse hakkında sert bir eleştiride bulunmuyordu. Kerrat ile “Allah eski çevremi boşalttı ama sizler gibi çok daha güzel dostlara kavuşturdu.” demişti. Elbette kendince mesafeleri vardı ama istisnasız herkesi hayretle ve hayranlıkla takip ediyordu.
Hususi hatıralarla dolu, yirmi küsur yıl…
Hatıraların pek çoğu, ölçü ve ahenk üzredir, belki de başkalarınca da bilinmelidir ama magazinciliğin hâkimiyeti ürkütücü olduğu için, sükutîlik daha evlâdır. Ayşe Hanım medyadan, medyatik olmaktan çok korkardı ve haklıydı. Dillere düşecek malzeme vermekten kaçınır, derinden derine bir tür fikir sakalığı yapardı. Robert Kolejden hocası merhum Şerif Mardin’le ilgili bir hususu çekinerek de olsa nakledeyim. Hocaya acayip merhamet gösterir, halini hatırını sorar; ona memleketten derin haberler verirdi. Bunların az çok etkisini gösterdiğini, ahir ömründe Şerif Mardin’in de Ayşe Hanım’ın yokluğunu en ağır hissedenlerden biri olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü Şerif Hoca da yalnız, çevresiz ve daha önemlisi dostsuzdu. Solun yahut Kemalistlerin bazı isimleri ile İslamcı aydınlar üzerine konuşurlarken, ansızın Şerif Hoca “Bak Ayşe! Necip Fazıl’ın öğrencileri artık devlet yönetiyorlar!” demişti. Hoca, sol kesimlerin topluma karşı yabancılığını, doğurduğu sonuçları bir sosyolog irfanıyla görmüştü ve dile getirmeye çalışıyordu. Anladığım kadarıyla, müktesebatı ve ecnebi kültürlerle yoğrulmuş formasyonu kendi topraklarına tam anlamıyla nüfuz etmesine imkân vermiyordu. Ayşe Şasa, yerli bir pencere açmaya; ona ülkesini seyrettirmeye çalışıyordu.
KALBİMDEKİ KABRİSTANDAN BİR KÖŞECİK-1
Berat Demirci
Yorumlar