Birazdan gelecek, gelmesi ile anasının yaylım ateşi başlayacaktı.
Korktuğu olmadı.
Köyün alt yamacından başlayan toz bulutu, kıvrım kıvrım yol boyunca ilerledi. Köye girdi. Toz bulutunun içinden kasabadan gelen jeep çıktı. Bütün köy çocukları jeepin sesi ile evlerinden fırladılar. Mehmet de çocuklarla birlikte jeepe doğru koştu. Bir anda köyün itine de, çocuğuna da can gelmişti. Jeep pınarın altından dolandı, basmalığı geçti. Mehmet’lerin avlularının önünde durdu. Bir kadın ve bir erkek ellerinde valizlerle inip, avludan içeri girdiler.
Köy iki gün çalkalandı durdu:
“Dal Emine’nin gardaşı oğluymuş...”
“Dal Emine’nin çok büyük bir gardaşı varmış, Ufaken biri alıp şeere götürmüş. Oralarda galmış... Böyümüş, büyük adam olmuş. İşte bunlar onun oğluylan avradıymış...”
“Dal Emine’nin öksüzünü götürmüşler. Üstlerine geçireceklermiş...”
“Kurtulda sabi...Kartuldu danacının fışkısının zulmünden.”
“Rafazı garı, şimdi mum yaksın otursun.”
“Vay incördek vay...İncördek sonunda uçtu...”
Yorumlar yapıldı. Söylentiler söylentileri izledi. Üç-beş gün sonra unutuldu gitti.
Aradan bir yıl geçmedi ki, Mehmet’in babası da öldü.
“Bir yel girmiş yatsı vakti sırtının ortasına. Boncuk boncuk ter dökmüş. Sonra mosmor kesilivermiş. Hastalanması ile can vermesi yarım saat bile olmamış.” dediler. Götürüp Dal Emine’nin mezarının yanına gömüşler.
XXX
Sarıçiçek köyü kuruldu kurulalı böyle yağmur görülmemişti. Bir şimşek çakıyor, arkasından gelen gök gürültüsü sanki köyü titretiyordu. Damların saçaklarından oluk oluk yağmur suyu boşalıyor, her taraf sel sele gidiyordu. Gök delinmişti. Saatler geçmiş, yağmur dinmek bilmiyordu.
Tüm kişilerin yüzünden, bir dam altını bulabilmenin şükür duygusu ile birkaç saat sonrasının ne olacağını bilebilmemenin endişesini, sel sularına giden ürünün, boşa giden emeklerin acısını okumak mümkündü.
Yaşlı kadınlar dua üzerine dualar ediyorlardı:
“Issız dağlar başına...Issız dağlar başına...”
Saatler saatleri kovaladı. Dinmez sanılan yağmurun sesi hafifledi. Önce, saçaklardan akan suyun sesi, yağmurun sesini bastırdı. Sonra yerini sessizliğe bıraktı. Kapılar gıcırdayarak açıldı. Ürkek gözlerin etrafı taraması ile yürekleri bir başka acı ve korku kapladı. Koca köy, deniz ortasında bir ada gibiydi.
Ulaşabildiğince herkes birbirinden haber soruyordu. Birçok avlu duvarı, ahır uçmuş, bazılarının evi hasar görmüş, sayısız inlik, çit, içindeki hayvanlarla birlikte suların önünde sürüklenip gitmişti. Afet, her yürekte, her canda bir yangına dönüşmüştü.
Sarıçiçek köyünün bir Mahmut emmisi vardı. Kimine göre doksan kimine göre yüz yaşındaydı. O köyün ortak malı gibiydi. Köyün muhtarı, Mahmut Emminin torunuydu.
Muhtarın odasının baş köşesi Mahmut emminindi. Her evde olduğu gibi muhtarın evinde de olağanüstü telaş ve heyecan yaşanıyordu. Ailenin bütün fertleri evin bir yerinden rapor yağdırıyordu.
Muhtarın karısı:
“İyi ki evin üstünü bu yıl çinko yaptırdık.” diyordu. Evin büyük oğlu, ahırın yanının uçtuğunu, içeri suların dolduğunu, hayvanlara bir zarar gelmediğini haber veriyordu. Evin iç kısımlarından başka sesler geliyordu:
“Evlikdeki anbarın damı akıyor.”
“Ben çorağını tazeleyip bir iyice loğlayın demiyor muydum?”
“Bu afete çorak neylesin?”
Muhtarın odasına birkaç köylü ulaşabildi. Hepsi aynı şeyleri tekrarlıyordu. Bu afet değil, sanki Nuh’un tufanıydı.
“Nuh tufanı” sözünü duyunca Mahmut emmi, köşesinde kendi kendine konuşmaya başladı:
“Hak Teâla Hazretleri Nûh Aleyhisselam’a Allah elçiliği verdi. O da halkını Hakka davet etti. Kavmi O’nu inkâr edip, kafir oldular. Hak Teâla Hazretleri Nuh’a: Bir gemi yap diye buyurdu. O da Hak Teâla Hazretlerinin Nuh kavmini helak edip batıracağını anladı. Onların imana gelmelerini diledi. Hak Telâla Hazretleri: Ya Nûh, benim ezel ilmimde yerleri ve gözleri yaratmadan iki bin yıl önce yer ehlini suya batıracağım alınyazısı olarak yazılmıştır, diye buyurdu. Nûh bunu işitince feryada başladı...”
Birkaç köylü daha odaya geldi. Birbirlerine ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Köyde elektrikler yağmur başladıktan bir süre sonra kesilmişti. Akıllarına telefon geldi. Acaba çalışıyor muydu.? Muhtar heyecanla ahizeyi kaldırdı. Kulağına götürmesi ile “Şükürler olsun” demesi bir oldu. Telefon çalışıyordu. İlçeyi aradı.
Felaket yalnız kendi başlarında değildi. Sel suları tüm çevreyi sarmıştı. Yetkililer, acil yardım yollarını araştırıyorlardı. Meğer televizyon haberlerde bu felaketten söz etmiş, şimdi radyo da demeçlerin yayınlandığı bildiriliyordu. Hemen pille çalışan bir radyo buldular.
Mahmut Emmi, kendi kendine konuşmayı sürdürüyordu:
“Bundan sora Cebrail Aleyhisselam bir kuş göğsünü Nûh’a getirdi. Bunun gibi bir gemi yap, dedi. O da mübarek Recep ayının ilk gününde o gemiyi tamamladı. Yedinci günün şafağında su fışkırdı. Gökten ve yerden sular çıkmaya başladı. Hazreti Adem’in yere inmesinden iki bin yıl sonra tufan oldu...”
Mahmut Emmi kendi kendine konuşuyor, kimse dinlemiyordu. Herkes, kendi derdine düşmüştü.
“Sular on günde zor çekilir.” diyordu biri. Bir başkası:
“Gitti pancarlar, ne yonca, ne arpa,, ne buğday kaldı.” diye dövünüyordu.
“Durun bakalım canım.” diyordu bir başka biri. “Baksanıza radyo televizyon söylemiş, Eşek başı değil ya yukarıdakiler. Gün doğmadan neler doğar?”
“Aman sende” dedi diğeri. “Ateş düştüğü yeri yakar. Bilmez misin el elin eşeğini türkü çağırarak arar... Aha bak radyoda da türküler başladı.”
“Öyle demen canım.” dedi Muhtar. “O iş başka bu iş başka. Devir eski devir mi ki.? Otuz sene önce köye kasabadan bir jeep zor çıkardı. Şimdi bakın her yerinen telefonla görüşüyoruz. Köyde kaç tane taksi var. Herkesin evinde elektrik var. Unuttuk mu idare lambasını, basmalık kavlatıp yaktığımızı?”
“Muhtar muhtar,” dedi köylünün biri. “Televizyondaki büyükler gibi konuşmaya başladın. Hani elektrik, hani arabalar. Kiminin evi yıkıldı kiminin ahırı, mallar sele gitti. Ne tarla galdı, ne bahçe?...”
Mahmut emminin sesi onları bastırdı:
“Nuh’un Kenan adındaki oğlu suda boğuldu. Üç oğlunu gemiye birlikte almıştı. Biri Sam, biri Hâm, biri Yâfes. Hâm gemide karısı ile oynaştı. Nuh ona beddua etti. Hak Teâla da onun soyunu kara etti...”
Muhtar:
“Hey gidi dedem hey.” dedi. “Sabah yediğini unutuyor da bunları hiç unutmuyor.”
Dışarıda bir takım karartılar belirdi. Bir feryat koptu. Ümüs bacıydı feryat eden. Her tarafı sulara çamurlara batmıştı.
“Muhtar muhtar...” diye bağırıyordu. Sonra ekliyordu:
“Gadan kölen oluyum muhtar. Muhlis’imden bir haber?”
Odadakiler dışarı koştular. Ümüs bacıyı içeri aldılar. Yaşlı kadın saçını başını yoluyordu. Zorla yatıştırdılar..
Sabaha karşı gelinin doğum sancıları tutmuştu. Daha önce ilçede doktor sıkı sıkıya tembih ettiği için yağmura rağmen Almancı Hacı’nın minibüsü ile yola çıkmışlardı. Onlar daha şoseye düşmeden afet kopmuştu. Başlarına bir felâket geldiyse?
“Yaşayamam.” diyordu Ümüs bacı. “Gayri bana yaşamak haram olsun...On yıl uğraştık bir torun uğruna. Gitmedik doktor bırakmadık. Gayseri’sinde, Suvaz’ında.” Sonra ne söylediği anlaşılmıyor, dizlerini dövüyordu.
Ümüs bacıyı yanda kadınların oturduğu odaya aldılar. Muhtar tekrar telefonun başına geçti. İlçedeki hastaneyi aradı. Jandarma ile konuştu. İlçeye yerleşip de evlerinde telefonu olan köylülerini bir bir aradı.
Yoktu. Devam edecek