“Büyük Zât”lardan biri idiniz…
Belki kibir edip kıymetinizi anlamamış olabilirim ama otuz seneden daha eskilerden sizi tanıdım; en ufak bir ürperti duymadım halinizden, sözleriniz gönlüme asla inşirah bahşetmedi… Zavallı hissiyatım beni aldatmış da olabilir ama ağlamalarınız hiç işlemedi. Oysa ben suda çırpınan bir böceği kurtarmak için paçalarımı sıvarım, kurtaramazsam yanarım. Hâşâ, kendimi sizinle mukayese niyetinde değilim; ben taş kalpli biri olduğumdan sizden etkilenmemiş olabilirim. Ya da kısaca meşrep meselesi diyelim…
Bazen “bir lokma bir hırka”ya kanaat eden derviş gibi gözükürdünüz; metafizik âlemlerden ilginç haberler veren bir meczuptunuz bazen... Bin sene evvele gidip, üç yüz sene evvelden gelen “tayy-i zaman” birine benim kıymet biçmem ne mümkün. Ama bana ehl-i sünnet ortamlarda, böyle olağanüstülükler yaşasanız bile pazara dökmenin ırza taalluk eden bir mahremiyeti fâş etmek türünden bir düşüklük olduğunu öğrettiler. Geleneklerini aşamayan bir mukallit olarak da öğrendiklerime titizlikle uyarım…
Verdiğiniz haberler bencileyin bir zahir ehlinin anlayabileceği türden değildi ama olsun; hiçbir şey yoksa sizi sevenleri kırmamak için sükût ettim. Sevenleriniz de benden hiç hazzetmediler; dedim ya meşrep meselesidir ve önemlidir. Önceleri sizi sevenlerle de aşılmaz mesafeler yoktu aramızda ama yirmi sekiz Şubat tecrübesinden sonra aşılabilir hiçbir mesafe kalmadı. Sizden ve sevenlerinizden fersah fersah uzağım ama bu güncel yahut konjonktürel değil!
Evet, belki insafsızlık ediyorum ama yüzünde ülkemden iz taşımayan hiçbir insana güvenmem. İnsan hâlidir yanılabilirim de; ama kendime geçerli bu ilkenin içi de dolu doludur ve uzun vadede yanıltmadı. Mesela, biriyle konuşurken, başkasına göz ile işmar eden, dudak büken birine “Oynak!” der geçerim. Oynaklar, aralarında konuşurken, göz kırpışırlar; ama tanımıyorsanız dillerini anlayamazsınız çünkü aralarında en çok “şey” kelimesini kullanırlar. Çocuksu “şey” değildir bunlarınki; çocuklar kelime hazineleri henüz zayıfken her türlü boşluğu “şey”le doldurur. Şifreli şeyciler ise, şey derken genellikle parayı, bazen de uyuşturucu, silah gibi kaçak göçek işleri kastederler. Netice-i kelam mezarım ırak olası şeyciler; şey alırlar, şey satarlar…
İslam’ın ulu şahsiyetlerini ben en çok “Gül alırlar, gül satarlar” ile başlayan mısralarda bulurum. Ulu şahsiyetler, sadece tarihin büyük simaları değildir; pürüzsüz yaşamaya çalışan cümle müminlerdir… Genç irisi bir simitçi vardı mesela, kendine iyilik olsun diye bütün simitlerini almak isteyen birine, sadece bir simit verir ve “Sen bütün bunları alırsan ben akşama kadar ne satacağım!” der. Tepsisini tepesine yerleştirerek helal rızk peşinde koşan simitçi, abide şahsiyettir ve bence “Gül alıp, gül satanlar” zümresindedir.
Nerede ise eleştirmeyi unuttuğumuz ve sırnaşa sırnaşa beraber yaşadığımız kapitalizmin temel akaidi: Şeyleştirmedir/metalaştırmadır. Kapitalizm; maddi, manevi her nesneyi pazarda satılabilir hale getirir. İsim bile verebilirim ama vermem, bir zamanlar beraber yürüdüğümüz pek çok akranım, kendileri dahi şeyleştiler; bütün ilişkilerini şey üstüne kurmuşlardır. Şimdilik bazıları beş vakti kılmaya devam ediyor ama istisnasız hepsi Cuma’yı merkezî bir camide kılmayı tercih ediyorlar. Cuma sonrası mükellef bir sofrada “şeyleri” ile beraber, “şey” ediyorlar. “Ne iş?” derseniz, cevapları hazırdır, Cuma’dan sonra alışverişi bırakıp namaza koşmuşlardır(!).
Ne siyasetçiyim, ne de “zikir-matik”ten gibisinden bir derviş. Hoş, ne dersem diyeyim mutlaka bir “kategori”ye sokar; bu vasatta hatta maazallah anlı şanlı kalemşorlara dövdürebilirler de… “Hodri meydan!” diyecek kadar cesur biri değilim ama diyeceğimi de sonuna kadar derim…
Son günlerin muharebe alanı da, konusu da: Şeydir yahut şey etrafında dönen şeylerdir!
Bir sempati beslemesem de, cezbesine kapılmış halis niyetlilerin “Gül alırlar, gül satarlar” zümresinden saydığı “Büyük Zat”ın gayrı-meşru dinlenen ses kayıtları bir geceyarısı ortalığa saçıldı. Bendeniz de twitter hesabından, olan bitenle bağımı en azından sürdürecek kadar dünyalıyım. Mesaiden başımı kaldırıp twittere hafiften kaydığımda gençlerin ananas üzerine yarenlik ettiklerini gördüm ve onlara favori meyvemin alıç olduğunu yazdım. Cehaletime acıyan bir genç, pat diye ses kayıtlarının adresini gönderdi ve dinledim… İnanın hakikaten alıçseverim, elmayı da severim gerçi…
Konuşma “Şey” üzerineydi ve konuşmacılar da tam anlamıyla iş üzerindeydi… Ne yalan söyleyim bir ara kendimi “The Godfather” filminin repliklerini dinliyor sandım… Boğuk ve hüküm-ferma bir ses tonu ve karşısında arzuhâl bildiren bir piyano piyano…
“Efendim hürmet ederim!” ile başladı, “Estağfirullah!” ile devam etti derin muhabbet…
Artık, herkesin malumu olan gayr-ı meşru ses kaydını nakledecek değilim. Benim derdim “Şey ve Şeyleştirme” üzerine yoğunlaşmaktır ve müslümanlığın “Şey ve Şeyleştirme” ile bağdaşmayan bir hayat tarzı sunduğunu da ifade edebilmektir. Cımbızla çekip montaj yaptığımı mutlaka iddia edenler olacaktır. İtiraf ediyorum ki, öyle. Ama konuşmanın özü özeti de şey üstünedir ve şöyledir:
“Müşterilerden bir kaç tanesi almış, yani almış şeylerini ; tabii o bayağı büyük. Olduğu gibi şeylerini yatırmalarını istesek uygun olur mu? Size demiştim o elinizdeki şeyler olmuyor mu? Bu büyük, bayağı büyük; arkadaşları da paniğe maniğe sevketmeden külli şey in olması ancak o şeyleri kapatabilir . Öyle büyük toplu şey yaparlarsa o şeymiş . Yapma ihtimalleri çok yüksek şu anda.”
Esas bundan ibarettir; bakisi teferruat…
Şeylerini alıyorlar, ellerindeki şeyi şey ediyorlar, bayağı büyük ve külli şeyler peşindeler, büyük toplu şeylere de acayip ihtiyaçları var…
Tamamen çıkar üzerinden başlatılan bu muharebe; paralel mi, yamuk mu bilemem ama pisliklerle dolu bir yapılanmanın deşilmesine yol açmıştır. Bu yapının içindeki devşirmeler ve yirmili yaştaki tecrübesiz fedailer, her yolu deneyerek taarruzlarını sürdüreceklerdir; geniş mezhepli ittifak ve tatbikatların ardı arkası kısa vadede kesilecek gibi değildir.
Fedailerin ezberlediği ve her fırsatta, herkese sorduğu “Ne yani yolsuzluk yok mu?” sorusuna gelince, “Kesinlikle yoktur!” kati cevabını veremem. Ama birilerinin yolsuzluk yapması, beynelmilel bir şebekeyi asla namuslu kılmaz! O yolsuzluklar hukukun önündedir ama şebeke hukukun bile arkasında. Bu yazıyı bitirmeden evvel, başından sonuna ve bir geceyi Nurettin Vermen’i dinleyerek geçirdim; dinlediklerimin yüzde biri bile doğru ise hiçbir yolsuzluk, “Şey Şebekesi”nin derinliği ve karanlığıyla boy ölçüşemez. Bu şebekenin dostu zenginler, uşakları ise fakirlerdir. Başındaki zât da olsa olsa “Şeylerin Efendisi”dir…
O güzelim güllü şiiri belki biraz inciteceğim ama mahut şebekenin şiarı şu olabilir:
“Şey alırlar, şey satarlar
Şeyden terazi tutarlar
Şeyi şey ile tartarlar
Çarşı pazarı şeydir şey.”
Bu günlerin geçeceğini, hayırla sonuçlanacağını düşünüyorum ve iyimserim. Dilerim, şeylerin şeyleri arasında az parayla yaşayan, aza kanaat edenler daha fazla zarar görmez. Çünkü yerim onların yanıdır, sözüm daima onların hissiyatına paraleldir…
ŞEY ALIRLAR ŞEY SATARLAR
Berat Demirci
Yorumlar