Bir deyimimiz vardır. Halkın söylediği gibi şurana çal, diye doğrusunu yazsam, beni ayıplarsınız. Ben de karartma yapayım: “Bayram geçtikten sonra kınayı başına çal.”Her şey, herkesin gözlerinin önünde. Gördünüz, duydunuz, daha göreceksiniz, duyacaksınız. Gerisini, külahınıza anlatsınlar.  1939 26 Aralığı, 27 Aralığa bağlayan gece saat 01.57. İnanç dünyamızda gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin gösterdiği mucizelerde bile örneği olmayan interneti, bilgisayarları, televizyonları, akıllı telefonları sihirbazlar bile düşünemezlerdi.  Ancak ve ancak, çok çok sınırlı kişilere ulaşabilen mors alfabeli tiki tak tiki telgraf ve belki manyetolu telefonla haberleşebilseydiniz? Tabi Erzincan’dan, Tokat’tan İstanbul’a, Ankara’ya telgrafın telleri kopuk değilse.  Batarya pillerle çalışan radyo bile illerimizde ilçelerimizde bir elin parmakları kadar az kişinin evinde bulunuyordu.  Erzincan depremi, Kelkit Vadisi’ni işleyip, Reşadiye, Niksar, Erbaa, Almus doğrultusuyla Tokat, Turhal ve Amasya’ya 250 km bir alana yayılmıştı.  Kış şartları ve depremin etkisiyle yollar kapamıştı. Yardımların gecikmesi, ölü sayısının artmasına sebep olmuştu Cumhuriyet gazetesinin 29 Aralık Cuma günlü sayısında “Erzincan’ın yarı nüfusunu kaybettiği anlaşılıyor, tespit olunan ölü sayısı 5285’i buldu,” haberi yer almıştı.  Aynı tarihli Akşam gazetesinde şu haber vardı: “Erzincan vilâyeti ile Kemah bir enkaz yığını halini aldı, binlerce ev yıkıldı, yangınlar çıktı, pek çok ölü ve yaralı var… Erzincan halkının mühim bir kısmı öldü. Tokat, Ordu, Refahiye, Sivas ve Samsun’da ölü ve yaralıların sayısı henüz tam olarak tespit edilemedi.”  Yüce Atatürk’ün sözü ile “Bu ahval ve şerait içinde” yani bu durum, ortam ve koşullar içinde ülkemizin iletişimcilerinden biri âşıklarımız ve onların yazdıkları destanlardı.  Bir yerde bir felaket mi oldu, oradaki aşıklarımız destan yazar ilden ile, ilçeden ilçeye köyden köye gezer yayarlardı.  Erzincan depreminin büyüklüğünü halkımız destanlardan öğrendi.  Örneğin, “13 Kasım 1940 tarihli Destân-ı Zelzele, felaketin, Erzincan, Tokat ile Reşadiye, Erbaa, Niksar ve köylerinde yaptığı yıkımı, halkın durumunu anlatılmıştı. Âşığın adı Bilâl, mahlası Firkatî, memleketi bir ihtimal Erbaa’ydı.  Destanda Erzincan ve Tokat’ta çok sayıda ev yıkılmış, enkaz altında kalıp ölenlerin cesetlerinin arabalarla toplandığı anlatılıyordu. Yıkılan evler yüzünden yolların kapandığı, çeşmelerin kuruduğu ve su ihtiyacı gibi bazı alt yapı hizmetlerinin durduğu, bilgileri veriliyordu. Destanın iki bölümünde toplam 52 kıta yer alıyordu. 84 yıl sonra yerden, havadan, denizden ulaşım imkanlarına rağmen günümüzle karşılaştırmanız için sekiz-dokuz kıtasını alıntı yapıyorum: “Hulûs-i kalb ile dinle destanı Cenab-ı Allah’dan imtihân oldu Sene dokuz yüz otuz dokuzda Hakkın emriyle zelzele oldu Erzincan ve Tokat civarlarında Cenab’ı Hak’dan bir âfet oldu Ezelde yazılmış levh-i mahfuzda Kıyamete ohşıyan bir zaman oldu Haykırdı dağlar gürledi yerler Yıkıldı saraylar mahvoldu canlar Karıştı toprağa kıymetli mallar Ol vakit duyulup çok figân oldu Bağrışdı cümlesi âh-ı figân eyler Yıkıldı konaklar geçilmez yollar Karışdı toprağa o şirin canlar Sığındık hudâya el-emân oldu Karışdı enkâza kırıldı insan Cümlesi sağlıktan kesdiler gümân Feryad-ı figân eyler sabiyle sıbyân Duyuldu âleme bir şîven oldu Nice canlar karıştılar türâba O güzel yerler oldu harâbe Mevtâları nakl içün koşuldu araba Kıyametin misli bir zaman oldu Kimi kardaşını arar bulamaz Baba evladına yardım edemez Analar yavrusunu asla göremez Ayrılıp her biri perişan oldu Çokları bunalmış elin uzadır Bakar etrafına imdâd gözedir Sanki bu feleket rûz-i cezâdır Kimini kurtaran ol-Sübhân oldu Kırıldı içinde şişeler camlar O güzel yapular saray binalar Dükkânlar içinde karışdı mallar Toz dumana karışup tarumâr oldu ………( Abdulhamit DÜNDAR, 1939 Erzincan Depremi ve “Destân-ı Zelzele”, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2 Aralık 2019, ss.759-778) Ne yazık ki halkın büyük bölümü koyu bir taassup içinde yer bilimlerinden habersizdi. İlahi güçler ve ilahi gazap inanışlarının da ötesinde dünyayı sarı öküzün boynuzuna yerleştiriyordu. Öküz başını salladığı zaman deprem oluyordu. Bir inanca göre de Sarı öküz yorulduğu zaman dünyayı bir boynuzundan öteki boynuzuna atar, bu sırada deprem olurdu.  Aşık Veysel halkı şöyle uyandırmaya çalışmıştı:  Bırak sar'öküzü varsın yayılsın Set çekme gözlere herkes ayılsın Her köşeye bir fabrika koyulsun Uyan bu gafletten uyuma yurttaş Sevgili okuyucularım, bu yıl Aşık Veysel yılıydı. Kendimizce projeler üretme çabasındaydık. Ama, üzerimize kara bulutlar çöktü. Sanırım seksen yıl önce Erzincan’a giden Aşık Veysel Erzincan Depreminin arkasından bu kentin durumunu destanlaştırmıştı. Geliniz günümüzle kıyaslayınız. Örneğin Erzincan’ın yerine Antakya’yı koyunuz:  Sam değmiş de bağlar dökmüş gazeli Hanı harab olmuş kâşan Erzincan Nice yiğitleri nice güzeli Feleğin toruna düşen Erzincan Kimi ona vermiş, kimisi baba Nice yavru vermiş gelmez hesaba Felek kor insanı kaptan kaba Tarihli felaket nişan Erzincan Bahar gelir güller açmaz bağında Kâinat uykuda hep yatağında Bir seher vaktinde uyku çağında Feryadı dağlardan aşan Erzincan Susmuş bülbülleri güller perişan Gark olmuş toprağa kalmamış nişan Kükredikçe dalgalara karışan Hani Fırat ile coşan Erzincan Dokuz kırk altıda uğradım gördüm Veysel der içimden ağladım durdum Bu ulu Tanrı'dan isteyin yardım Gayret kuşağını kuşan Erzincan