Haziranın biri. Günlerden Ayın ve haftanı ilk günü. Haziran ayının ilk Pazartesi’si.Saat, 07.31 gibi uyandım.Gece güzel uyudum ve rüya bile gördüm.
Sabahın ilk saatleri, Kafamın içini boşaltım sanıyordum.Halen bir ambar gibi dolu. Neyin nerde, neyin neyin üstünde olduğunu bilmiyorum.O nedenle çok ama çok meşgulüm.
Bir insanı kendisi kadar, kendi düşünceleri, dertleri, sıkıntıları, korku ve hataları kadar ne meşgul edebilirdi? Hele birde o insan yalnız ve tek başınaysa.Gözümde ve karanlığın içinde o kadar gizlediğim şeyler var ki! Ya cennete ya cehenneme götürecek şeyler.Sizler benim bu yazdıklarımı kendinize itiraf etmesenizde, ruhunuzun beni anladığını gayet iyi biliyorum.Benim en küçük noktama, en gizli köşeme kadar ruhumu gördüğünüze inanıyorum. O nedenle rahat yazıyorum, itiraflarımı.Kainat yaratıldığı günden beri taze ve canlı şu iki kelimeyle bu bahsi kapatayım; sizi seviyorum.Bir cümle daha yazayım; damarını kesen ve kanını dışarı akıtan biri gibi içimi açtım.
Bir taraftan uçsuz bucaksız düşüncelere bir taraftan kendi iç denizine dalmak beni bitiriyor, beni yoruyor.Yalnız insanların kafası yoklukla değil bollukla dolu olduğu için onları taşımak çok ağır geliyor.Kafası dolu olanlarda akıllıca mantık silsilesi bulmak için karanlığa kapanmaları şart. İşte o zaman keskin bir hüküm üretirler. Aksi halde bir yük taşıyan hamal gibi ortalıkta gezerler.
Fikir çığırtkanlığı, politika tellallığı yapan lümpen aydınların argolu ve çok bilmiş konuşmaları virüs günlerinde beni sıktığı için televizyon dahi açmıyorum. Mümkün mertebe kaliteli dediğim kitapları defadan okuyarak daha rahatladığımı keşf ettim.
Sebepsiz korku ve hüzünlü günlerim, günlerimiz inşallah bitecek. Bu virüsü bugün kan davalı bir adama benzettim. Kanlısını takip eden, o nereye giderse giden, kan davalı. En sonunda köy köy şehir şehir kanlısından kaçmaktan usanan adam, kanlısının önüne çıkarak ben kaçmaktan sen kovalamaktan kurtul.Çek silahını vur beni der gibi, insanlarımız bugünden itibaren sokağa çıkmaya başladılar. Düşününüz ki ben bile çıkıyorum artık.
Pazartesi. Ayın ve haftanın ilk günü. Bakalım borsa, altın ve döviz nasıl bir seyir izleyecek.Her üçüde çok kaygan.Altın gece yarısından itibaren biraz artı. Borsadan bugün hızlı olmayan bir yükseliş bekliyorum.Reel sektörden reel hiç bir haber yok.Bankacılık ise son derece durgun.Ekonominin tahlili yapmak için yeterli verinin olduğu kanaatini taşımıyorum. Döviz ve altın piyasasından günlük al-sat ve para kazan uygulanan politikalarla engellendi. Bu uygulamanın kur ve altın üzerinde büyük bir etki yapacağını taşımıyorum. Yabancı yatırımcı ve oyuncular gerilla taktiği ile vurup kaçamayacaklar. Fakat borsada oyunları daha büyük olacak. Özellikle sağlık sektörü kağıtları hem virüsten hemde onların spekülasyonu ile küçük yatırımcıyı zora sokacak. Tek başına borsada oyuncu olma devride kapanıyor. Aracı kurumlar ise spekülasyonların nereden nasıl geleceğini tahmin etmeleri son derece zorlaştığı için rasyonel yönlendirmelerini beklemiyorum. İlginç bir dönemdeyiz. Kurtulabilirliyiz, evet.Ne zaman. Uzun vadede.
Halen yataktayım. Ruhumdaki fırtınayı dindirecek, bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm. Sonra ya Allah, ya bismillah diyerek başladım yazmaya. Ne çıkarsa bahtımıza.
Duygu ruhlarının tükenmez hazinesiyle yaşamayı tercih etti.Sezilmesi, hisedilmesi çok zor olanı seçti ve hakikatler aleminde, insanı ürpertecek olanları aramaya başladı.Keşke talihli olsaydı da, sevmeseydi.İnsanın sevdikleri kadir kıymet bilmez ise onlara sitemde başka oluyormuş.Bu gün için, kendi hesabına, kendi kendine teşekkür borçlu iken geçmiş hesabına, ezel ebed özür borçluydu.Bunu fark etmesi bile, onu kendine getirdi.Dönüş ümidi olmayan yolda, umutla yürüyor, şimdi. Yeni yolunda önünde gidenler iz bırakmadığı için oda arkasından gelenlere iz bırakmıyordu. Bu yolda adımları küçük atıyor fakat bütün kalbiyle biliyordu ki her adımdan sonra bir adım daha atacaktı.Tehlikeye kapılmadan patikalardan sarp yollardan gitmenin iç huzurunu yaşıyordu.Kendinden dahi medet ummayan ruh yolculuğuna böyle başlamıştı.Hatta öyle ki yalnız yürürken, korkan insan, kendi kendine şarkı, türkü söyler ya, o bunu da yapmıyordu.İnanmıştı bir kere, bu yolun sonunda "saf ve şefkatli" bir ruh olacaktı.Içinden, bu yol meleklere benzeyen annelerin yolu diye geçirdi. O an ölüm ürpertisinin, iki kaşının arasından sonsuzluğa uçtuğunu his etti.Paha biçilmez yol, yolcu ve yolculuk birbirlerine ne kadar da yakışmıştı.Hem ardında bıraktığı hem önünde ki yol, hasret doluydu.Yani, yola çıktığı Şafak, yol ortasında Güneş ve yol sonunda beyaz geceler.
Aklını başına, merhameti kalbine topladıkça, bu yolun kutsiyetini daha da anlıyordu. Daha da ileri gidecek ve ne başında akıl, ne gönlünde merhamet bırakmayacaktı. Bu kararı kesindi. Bırakın akılsız, bırakın deli, bırakın zalim, bırakın sevgisiz desinler. O inanmıştı bir kere bunların geride ibıraktığı fani dünyanın gerçekleri olduğuna.Bunları düşünürken birden bir ışık çarptı, gökte.Başını kaldırıp baktı şu yazılıydı, "bunları Bağdat'ın köpekleri de yapıyor, biz bulunca dağıtır bulamayınca Şükr ederiz".Bu ilk izdi. Anlamıştı Cüneyt'i Bağdad-i de buradan geçmişti.Kasvetli köşkten iyi ki çıkmış iyi ki bu yola girmişti.Sonunun nereye varacağını bilmediği buranın safâsı, hazzı da bir başka imiş. Bu ümit'le yürümeye devam etti.Zaaf saltanatından, zaaf ülkesinden kaçarken tesadüfen bulduğu bu yolu çok sevmişti.Yürürken huylarının esiri olduğunu anlıyor ve onlardan kopmak için sakin sakin fakat emin ve "küçük" adımlarla yürüyordu.Her sonbaharda tekrar ediyordu.Bu seyahatte üzerine söylenecek ne kadar çok şey vardı.Yüzyılların sırrı, şüpheden uzak bir yolculuk.Beklenmedik zevkler bu yolculukta yoktu, o nedenle her zevk helaldi.İnsan ölçüsünde bir yol, insanın kendini aştığı ölçüde bir yolculuktu.Bir insan inceliğinde, bir kul zarafetinde bir ümmet naifliğinde yürümeye devam etti. Bir müzik çağı, bir resim anı değildi, bu yol, yolcu ve yolculuk.Bu hangi ölümle ölmeyi tercih edenlerin zamansız ve mekânsız yolculuğuydu.Son mektupta yazdığı son şiiri bile unutturan yol.Bu yolda “ne han var ne han duvarı” ve ne de “Maraşlı Şeyh oğlu”. İlahi soluklamalar vardı ama konaklar, kervan saraylar yoktu.Çirkinlikleri tükenmiş eşyalar ve şekillenmemiş çamur halindeki insanlar yolun iki tarafında o yürürken onu selamlıyorlardı.Toprağa hayranlığı onun Müslümanlığının bir icabıydı.Çamur ki hem tohumu ağaç, hem tozu insan yapmıştı.O bu inançla toprak yolda Fatih'in İstanobul'a girişi gibi ilerler ve alemin sınırlarını zorlardı.Nurlu bir sükunun hüküm sürdüğü "yeşil yol" gökyüzünün aydınlığı, düşüncelerin berraklığı ve süt köpüğü gibi yumuşak sevgiler hakimdi.Belliydi burası nefis bir Tanrı yoluydu.Burada murakabeye dalmak ve kutsanmış bir gönül saflığına kavuşmak ve kırışıklığı olmayan bir akla sahip olmak, ne güzel olurdu! Ne güzel olurdu, ibadetin duruluğuna kavuşmak için "salât ve sala" yı duymak.
Hem yolun kutsal hem yolculuğun kutsal olduğu bu yolda sıdk ile, hulus ile yolcu olmak.Yenecekti asi kalbini, yenecekti büyüklenmiş ruhunu, karar vermişti bir kere.
Her attığı adımda omuzuna ağırlığı daha da artan hakikatler konuyordu.Buna rağmen çıktığı bu yoldan hiç de pişman değildi.Tabiki içini çaresiz acılar, amansız azaplar yakıyordu. Hatta bazen kalbinin parçalanıp kan revan içinde kalacağını dahi düşünüyordu.Ama o yinede bahtiyardı ve bütün bu acıları, elemleri dağıtıyor ve hepsini birer zevk haline dönüştürmeyi başarıyordu.
Akılla bilinir alemden, gönülle bilinir aleme yolculuk ederken önüne bir ırmak çıktı. Irmağın iki yakasında iki piri fani duruyordu. Birinin elinde ki levhada, "Şol Cennetin ırmaklar" diğerinin elinde "MOLLA Kasım" yazılıydı.Artık içindeki muhayyilenin ürküntüsünden çıktı ve dedi ki "Yunus'da buradan geçmiş". Zihni, ruhlar ülkesinde yalnız duyularla yürüdüğünü anladı.Ruhunu besleyen ve yedi iklimde de yetişen her meyveden yol boyunca bol miktarda yiyordu.
Gözlerinde ki perde iyice yırtılmıştı.Tarifi imkansız hakikatler önündeydi artık.Her azabın bir nimet olduğu anlıyor ve bu heyecanla yürüyordu.
Bu yolculukta nedense günler gittikçe kısalıyordu.Her attığı adımla, hak, hakkaniyet ve hakikate daha çok yaklaştığına inanıyordu.Her kulun hasreti olan bu yolda yürümek ne hoşmuş.Şahane nazarlarla beyaz inciler diziliyordu güvercin gerdanlığına. Bu kimin hoşuna gitmezdi ki?Az gitti uz gitti sonunda kırk evliyanın oturduğu bir otağa geldi. Başladı "semaya".Artık yerden ayakları kesilmişti .Uçuyordu. Kehkaşanları geçti ve üzerinde iki mısra olan iki kapıya geldi;
"Yol onun yordam onun gerisi hep angarya"
"Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya"
Kapılarının birinin önünde iri zebâniler diğerinde beyaz kanatlı kelebeklere benzeyen melekler vardı. Elini uzattı kapılardan birini açmak için, annesi “uyan, sabah namazı geçiyor” dedi.
Evime bir yardımcı bayan bundan sonra gelecek. Bu nedenle çok mutluyum. İnşallah daha iyi günlerde hep beraber oluruz.
Akşam olmak üzere. Evimde oturuyorum. Hava fena değil. Biraz sonra sulu köfte yiyeceğim. Birazda yoğurt yerim. Benim duam size, sizlere. Sizde bana yapınız.