“Bir Ruh Macerası” yayınlanmadan önce tam metin elimden geçti. Dedikoduya uygun pek çok malzemeyi, Ayşe Hanım sonradan çıkardı ve kayıtlardan silmem için de özellikle ricacı oldu. Metni kökten sildim, sadece kitap olarak yayınlanan hali bilgisayarımda kayıtlıdır. Türkiye’nin popüler aile ve şahıs kadrosu metnin içinde ve bazen de trajikomik halleriyle yer almıştı. Bazı hatıralara acayip güldüğümü hatırlıyorum. Yirmi yıl ve her gün konuştuk; doğrusu benim de sosyal hayatım ondan farksızdı ama hâlâ sürdürebildiğim bir mesleğim vardı. Ayşe Hanım, mesleğini yapamadığı için arada bir hayıflanırdı. Sinemayı daima takip etti; güzel bir film çekildiğinde heyecanlanır ve paylaşırdı. 
Ailece alışmıştık, uzakta olmasına rağmen aramızda gibiydi. Gecenin saat kaçı olursa olsun arama hakkı vardı. İstanbul depremi olduğunda saat sıfır üç gibi aramış ve depremi haber vermiş, kendileriyle ilgili merak edilecek bir durum olmadığını bildirmişti. Sonra uzunca bir müddet bütün hatlar kesilmişti. Can sıkıcı her durum onu daha yoğun etkilerdi, derhal telefonda sesli olarak yedi defa “İnşirah Suresi” okumamı isterdi. Okurdum ve elbette okuyana da inşirah gelirdi. O kadar zaman içinde bir defa kırılmadım, ben de onu kırmadığımı zannediyorum. Göçmeden bir müddet evvel, bir serinlik hissettim; evet, gerçekten varmış. Rutin sohbetler esnasında, işin esası kendiliğinden açığa çıktı. Adı lazım değil, bir kişi onu ve beni yanlış düşünmeye sevk edecek bir terslik yapmış meğer. Hale çok üzülmüştü, çünkü artık hiçbir şeyi yeniden deruhte edecek takati kalmamıştı. “Kardeşim, kardeşim, kardeşim…” diyerek, arka arkaya iç geçirdi; taş değilim ya, gözlerim dolmasına, taşmasına mani olamamıştım.
Gazeteci ahlakı diye bir ahlak var ve gazeteciler belki mazur ama olmayanlar da onunla malul… Benden ırak olsun asla hazzetmem; sahibinin bizzat görmediği ve onaylamadığı sözü nakletmek ayıplı iştir. Ehl-i namus bildiğim bir iki arkadaşımla sohbet esnasında Ayşe Hanım’dan icab-ı hâl bazı nükteler naklettiğimde, iştahla ve bir tür şehvetle “Bir yazsan bunları, bomba olur!” tavsiyesini görünce ağzıma fermuarı çektim. Onlar hayatın akışı içerisinde söylenen, paylaşılan ve belli bir bağlamı olan sohbetlerdi; içinden cımbızla bazı şeyleri çekmek, göçen bir dosta ihanet olur. Merhum Şerif Mardin’in koymuş olduğu teşhis, birilerine lazım olabilir diye aktardım. Ayşe Hanım’ın konuştuğu ve bir şeyler paylaştığı insan sayısı çoktu ama kaç dostu olduğunu bilemem. Hastaneye kaldırıldığı sabahın gecesinde, çok geç bir saate aradı. Metin idi, inşirah istedi. Durumunu özetledi, “Şu an kafamı bile kaldıramıyorum!” demişti. “Geleyim mi?” diye sordum, “Yarın ben sana haber veririm!” demişti. Sonra hastanede telefonla görüştük iyi olduğunu söyledi ve ertesi sabah hatlar kökten kesildi. Cenazesine de gidemedim, çünkü kalp krizi geçirmiştim, nekahet dönemiydi; yolculuğa katlanacak durumda değildim. Sonra kabrini ziyaret ettim. Dostların eğer yüzüne, eğer gıyabına Mülk Suresi okumak bazı ahvalde âdettendir, okudum.
Bu faniden göçenlerimizi özlüyoruz, aynı zamanda da onlarla beraber yaşıyoruz. Hatıraları yaşatmayı değil, bizzat yaşamayı kastediyorum. Burada biten hayatlar, bizim hayatımızda sürüyor. Günün birçok saatinde “varmış gibi” yaşantı anlarına giriyorlar, bazen “hâlâ beraber yaşıyormuşuz kadar” da etkililer. Ayşe Şasa merhume, benim için öyledir. Şimdi Kuran’dan ne okursam okuyayım, sonuna mutlaka bir “İnşirah” ekliyorum. Âdettir, evvel giden bir dostu yâd ettiğimizde “Canı rahmet istedi!” denir. Kalbimde sayısız kabir var şimdi; hepsini, demi demine hatırlıyor ve hatıralarına ayrı ayrı hürmet ediyorum.
Rivayet o dur ki, kişi kabre konulduğunda bir an canı bedenine girermiş ve uzaklaşan dostlarının ayak tıpırtılarını dinlermiş. Müşkül, dostlarınızın uzaklaşan ayak seslerini sağken dinlemektir. Her ayak sesi canınızı yakar. Dilerim, kabirden sonra da sürecek dostluklarınız, dostlarınız olsun.