Nihal ATSIZ’a
Saat;04.55 sabah namazımı kıldım.Havanın güzel olduğunu söylemem gerek. Bugün Haziran’ın ilk Cuma’sı.
Bu mübarek günün karanlık sabahında biraz felsefe mi yapsam diye düşündüm.Felsefe, ilimlerin hatta bilginin anası. Matematik ise babası. Her iki bilimin analiz metotlarının sentezi, ilim ve bilgiyi zenginleştirir ve onlara insani mana yüklerler.
İnsan karanlıkla konuşunca, ne garip bir metafizik ürperdi içinde oluyor. Bu ürperdi, beni bana, kendimi kendime döndürüyor. Dönmek ! Sema etmek ! Rahmetli Serdengeçti, meclisin döner kapısından girip içeri değil dışarda kalınca döneklik kapıda başlıyormuş dediğini hatırladım. Ne büyük bir hiciv, ne büyük bir taşlama. Ama sema yapmak yeni bir kapıdan hatta kapılardan içeri girmek. Dünyadan ahrete, geçmek veya mûsikî nağmelerini dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip kendi etrafında dönmektir.İnsanın ruhunun kendi etrafında hatta kalbinin kendi etrafında dönmesi onun nefsinin döndükçe küçülmesi ve yok olmasını sağlar. Nefs bir yıldız gibi küçüldükçe semazeni hafifletir ve insanı makamdan makama sıçratır.
Ben bu gece, ormanda kelimelerle veya hikmetli kelimelerle sema yapmayı denemek istiyorum.
Ağaçların arasındaki gölge, öksüz bir bülbül, kurumuş bir gül gibi yürüyordu.Dalgın dalgın giden gencin gölgeside mahzundu.Tıpkı hayali çalınmış çocuğa benziyordu.Yürüdü yürüdü. Akşam güneş batarken gölgeside belirsizleşmeye başladı.Belli ki mesuliyetsiz bir rahata yürür gibiydi.Hatta Azrail’in kanatlarının olmadığı bir hayata.Ne dünyanın ikbali ne ölüm sonsuzluğu ne ahretin cenneti onun hiç ilgisini çekmiyordu.Arifte değildi, alimde ama gafillerede benzemiyordu.Derin uykuları ve rabıtasız rüyaları aşmış bir ümmi gibiydi. O öyle bir haldeydi ki, cehennem ateşinden daha ateş olan nadanla sohbet etmekten bile korkmazdı.O öyle bir haldeydi ki, kendini hiddetlendirene dahi hiddetlenmezdi. O öyle bir haldeydi ki, ruhu ruhlar alemine gitmiş olmasına rağmen o ölmediğine inananlardandı.
Günlerden bir gün öyle bir hal içre geldi ki, dalı kırmadı fakat dalın ağacını kökünden söktü.Sükutu yendi. Feryada ulaştı.Kuzu iken, kurt oldu, dut yemiş bülbül iken bülbül olduğunu hatırladı ve sabahlara kadar şakıdı.Fırtına oldu esti, ırmak oldu, sel oldu.Kaya oldu yuvarlandı.
Bütün bunlar cinnet makamını geçirmiş ve delilik makamına bir adım kalmış olduğunu gösteriyordu.”İçinde şeytani planlar dışında meleksi yalanlar”ı olanların bulundukları makamı ancak o bilirdi.O makamda olanlar, ihtimallerin delillerin anası olduğu çok iyi bilirler ve öylede ibadet ederlerdi.Onlar, sonra sessiz secde ederek Tanrı’ya gözlerini kapatarak şeytanı şikayet ederler ve yine karanlıkta olduklarını anlarlardı.Sonbaharda sararmış yapraklar seccadeleri olmasına rağmen onlarda kararmıştı.Hiç gazeller kararır mı? Kararmışlar İşte.Galiba gazellerinde gözleri kapalı.Seccadeleri sarmaşıklar olunca kıbleleri belli belirsiz her yer olmuştu. Kıblesiz secde ve simsiyah perde;işte onlar.Yeni bir dünyada ölmüş gibiler. Ruhdan derin ve öte bir ruha inananlar, kıbleyide kıbleden öte ve derin bir yön olarak kabul ettiklerinden sararmış her yaprağın üzerinde secdeden daha öte ve derin secde ettiklerine inanırlardı.
Ne garip cümlelerdi bunlar.Sonu kapalı yol gibi.Işığı görünmeyen tünel. Karanlık odamda bu düşünceler, bu fikirlerde nereden geldi şimdi, dedim. Karantina günlerimde kendimle ne kadar çok konuşmaya başladım. Kendime bazen cevap veremediğim bazen verdiğim ne kadar soru soruyorum? Kendimi mi arıyorum, kendimi mi buluyorum. Farkında bile değilim. Kendini fark etmeyen, yok olduğunu hatta bir “hiç” olduğunu düşünmek.
Karanlık odam işte bunu bana hissettirdiği için çok seviyorum.Kendimi değil, karanlık yolda yürümeyi sema yapmayı seviyorum. “Suyu Arayan Adam” veya “Kendini Arayan Adam”, hemde karanlıklar aleminde.
Gözlerimi kapadım ve yeniden uyumak istedim.Bu uyku, rüyasız, deliksiz, hasetsiz, yeniden uyumaktı ve adına ölüm denirdi. Belki uyanmaktı bu yeniden uyumak.O zamanda, uyanık uyumak, yeniden doğumdu, bu.Allah hepimize her iki uykudada rahatlık verir inşallah.
Bu gece ne garip şeyler yazdım böyle. Tıpkı Şükrü Erbaş’ın şu mısrasına benziyor yazdıklarım;”Su serptim ateş sönsün diye/
Döktüğüm su da yandı”.Tıpkı semada ki semazenlerin döndükçe yanması gibi, değil mi?
Yine bu sabah içimde üşümeye dayalı bir titreme, acıya dayalı bir sızı var.Gecenin yakıcı soğuğu odamı iyice soğuttu.Anladım ki bu gün dışarıda da içi üşüyen sıcak bir hava var.Penceremin perdesini açmak ve gökyüzünde sakin ve sabitleşmiş bulutları görmek istedim ama yapamadım.Bulutlarda açan çiçekleri toplamak ve bir demet yapıp Cuma selası okunurken senin mezarına koymak istedim ama yine yapamadım. Yok yok, bu cümle olmadı ben bulutlarda çiçek olayım ve sen beni gece karanlığında topla ve bir demet yap. Sonra kendi balkonunun altına serp. Uyandığında bahçenin benle dolduğu gör ve kokumu içine çek.
Suyun ve aydınlığın ölüm rüyası hayatıma bir hayalet gibi egemen olmuştu, bu gece .Hayalet mi ne? Ne zaman nereden karşımıza çıkacağını bilmediğimiz şey. İşte bu gece benim karşıma çıktı.
Uykum geldi. Vücudumu yavaş yavaş yorganımın içine doğru sürükledim. Başımı yastığıma koymadan yatağımın başındaki sürahiden bir bardak su içtim.Biliyor musunuz, bu saatlerde bir bardak su, kalp krizi riskini azaltır. Okuduğuma göre ağırlıklı olarak kalp krizleri bu saatlerde olurmuş. Sizede banada iyi uykular.Saat mi? 05.59 oldu.
Günlerim sayfa sayfa yaprak yaprak ellerimden ellerimizden kayıyor.Tutamıyorum, tutamıyoruz.Tıpkı avucumda eriyen ve damla damla damlayan kar gibi, ellerimden, ellerimizden kayıp gidiyor.
Uyandım. Saat;10.27 Fonda kanun ve
“Gözlerim uykuyla barıştı sanma
Sen gittin gideli dargın sayılır
Ben de bir zamanlar sevildim amma
Seninki düpedüz vurgun sayılır” var. Çok güzel icra etmişler.
Bu arada yine bazen dilim ve damağım ağrıyor ve yanıyor. Boş ver dedim kendi kendime; içinin yangısını anlat bize, hadi.
Ses ahengiyle uyumak için, Zeki Müren’i açtım ve yorganı başıma çektim.Yeni müzik türlerini sanata yapılmış suikast olarak düşündüğüm için onları dinlemiyorum. Ama eskiler öyle mi? Seslerinde garip bir tebessüm ve tebessümlerinin içinde hüzün, özgürlükleri içinde güfte ve bestelere teslimiyetleri var.O nedenle eski musikideki tatlı aksi, biz, yenilerde bulamıyoruz.Yahya Kemal ne demişti; her insan anlamaz eski musikimizden / ve ondan bir şey anlamayan ne anlar bizden
Cuma akşamında rabbim dualarımızı kabul et.
Kendi içimizde ki yalan ve doğrularımız, bizim hakikatlerimiz değil mi? Özgürlüğümüz ise yalan ve doğrularımız pençesinden kendimizi kurtarmakla mümkün diye düşünüyorum. Yine daldan dala atlıyorum bakalım.
Bu virüs bir taraftan korku dini yarattı ve insan ve insanlığı kendine biat ettirdi, diğer taraftanda kuvvet dini yaratarak insan ve insanlığı kendinden kaçırdı.Hangisi doğru derseniz ikincisi daha güçlü bir tanrı yarattığı için tercihimiz bu yönde. Kaçmak! Ne demişti büyükler; kaçanın anası ağlamaz. Bizde kaçanlar kervanındayız ama secde ettiğimiz Allah’ımız virüs öncesi secde ettiğimiz Allah’la aynı.
Anadolu ve istanbul insanın yalnızlıklarıda anadolu yalnızlığı ve İstanbul yalnızlığı olarak iki farklı kulvarda değerlendirmeli diye düşünüyorum. Anadolu yalnızlığı, bir damın üstünde veya bir balkonda, İstanbul yalnızlığı bir deniz kenarında görmek mümkün. Mekan farklılığı yalnızların yalnızlık bilinçine nasıl yansıyacağı, bir bilinmez bilmece. İki yalnız, türünün belki tek bir ortak yanları vardır o da dertlerini kimselerle paylaşamamalarıdır. Herkes derdini içinde ya öldürür ya da yaşatır.Zaten paylaşamadıkları için yalnızdır, insanlar.
Namazımı kıldım ve yattım.