Gazetenin et yağına bulanmış sarımtırak sayfasındaki bir fotoğraf ile fotoğraf altı yazısı dikkatini çekti. İçinden, fotoğraftaki yazarın sana göz kırptığını geçirdin. Yazıyı şöyle hızlıca bir okudun… O köşe yazısı seni, senden almıştı… O gün, mahirligin üstündeydi; ilk işin sakalları hala okunan, iri gözlü pipolu adama hayran hayran bakmak olmuştu; ama şunu da demeden duramadın; senden daha iyi bir yazar olacağım….
Kasaptan eve uzanan yolu, bir yazar edasıyla tamamlama niyetindeydin…
Yakın zamanda kendine bir daktilo alma planını yaparak; heyecanla yola koyuldun…
Hep yolun ortasından yürürdün…
O gün, çoğu zaman varlığını bile hissetmediğin, çıkıntılarıyla toprak altına kıvrım yapan, eğik açılarla döşenmiş tozlu kaldırım taşlarını fark ederek, kendini yoldan attın; fevkani bir yükseltinin yazarlık ruhunu okşadığını düşünmüş olacaksın ki; bahçe duvarlarını da kendine rota yaparak, kaldırımda yürümeyi tercih ettin. Yükseklerde olmalıyım, yükseklerde dedin… Tam o sırada; kerpiç duvarın seni duyduğunu hissettin… Duvarın duyması bile korkuttu seni. Bir kere ağzından çıkmıştı. Ama yüksek deyince hemen ürperdin… Şunu biliyordun. Yüksekten korkan bir adamdın, daktilo yazarlarının çoğu gibi, sende de uçak korkusu vardı. Bir an, ünlü bir yazar olarak Paris’e adım atacağın günü hayal ettin; ancak Paris’e sadece uçakla gidileceğini düşündün ve vazgeçtin. Zaten uzun yolcukları sevmiyordun. Otomobil yolculuğu da sana göre değildi. Paris hayalini ve yolculuğunu hemencecik sonlandırdın. Nerden aklına geldiyse; siyaset yazarımı olsam dedin. İyi siyasetçi nasıl olunur sorusunun cevabını bildiğini düşünüyordun. Hatta bu konu da uzman görüşlerin de vardı. Mahalle köşesinin siyaset sohbetleri, sana epey yol aldırmıştı. Ama yine de siyasi yazarlık sana göre değildi; o yüzden vazgeçmen kolay oldu. Kararsızlığını bir kenara bıraktın. Sadece yazarlığını düşündün. İster tarih ister edebiyat ne olursa olsun yazacaktın….
Neticede bir yazar köşesi, en sığıntılı yolculuğun olacaktı.
Duraksadın… çok daldığını düşündün…
Mahallede seni bekleyen arkadaşının randevusuna geç kalmanın sıkkınlığıyla yola devam ettin; ama bir kere yazarlık alemine girmiştin; bıyığı yeni terleyen arkadaşını bekletmekten çekinsen de; içinden beklesin dedin, dünyayı keşfetmekle meşguldün…
O gün bitmişti…
Daktilonu almıştın…
Her gece; sabaha kadar daktilonla sohbet ettin, ne yazacağını kurguladın, ama daktilon sırdaşın olsa da; 1970’li yıllar yazarlık planlarınla geçti; ama ilk köşe yazında çıkmamıştı...
Stresliydin…
Yine de, akşamları sokak lambalarının ardında gölgelerinle hayallerini kovalamaktan vazgeçmedin…
Arkadaşlarının şehri selamet yapan dünyalarını eleştirmeye başladığında; motive oluyordun, modern çağın yazarı olacağına inancın tamdı.
Bir kış günüydü; bir İstanbul yolculuğun için, otobüs terminaline gittin...
Yazıhaneye seninle bilet almak için gelen adam, senden hızlı davranmış ve bir kolunu yazıhanenin bankına dayadıktan sonra, diğer eliyle de Elias Canetti’nin Körleşme adlı kitabını ters bir şekilde tutarak kendisiyle tanışmanın ilk yolunun kitabıyla tanışmaktan geçtiğini, iri gözleriyle sana anlatmaya çalışıyordu. Bu yolcu, tıpkı ilk yazarlık tecrübesini sana kavratan yağlı gazete kağıdındaki pipolu, sakallı yazara benziyordu…
Seni gözleriyle şöyle bir yokladıktan sonra şayet yanında oturursan, sana isminizi bağışlayın diyeceğini; sonrada uzun bir yolculuğun en taze sözünü söyleyerek, gidene kadar hiç susmayacağını planlamış gibi dikkatle bakıyordu…
Ve konuşmaya başladı...
Sana nereye gideceğini sordu; aynı yer cevabını alınca; yan yana oturmayı teklif etti…
Kütüphanesinin en değerli kitabı olan bu kalın kitaptan korkmamam gerektiğini ve kendisinin yolculuğu keyifli hale getirecek şekilde Canetti’ye vefasını ispata çalışacağını ve Threse ve Kien’in ya da Fischer’i maceralarını en duru şekliyle ve hakkıyla anlatacağını, bundan da hiç kuşku duymaman gerektiğini söyledi ve seni gözleriyle yoklamaya devam etti…
Bir eliyle göbeğini terleten askılı kayışını kontrol ederek, en büyük arzusunun Canetti gibi bir yazar olmak olduğunu ancak kütüphanesindeki binlerce kitaba rağmen yazamamasının sebeplerini sana bütün yolculuk boyunca anlatacağından bahsetti…
Korktun…
Kesilen biletine cüzdanından parasını çıkarmaya çalışırken sıkıldığını anlamış olacak ki; tekrar sana baktı; uzun yolculuğunu omuzlayacak bir yol arkadaşı bulamamanın sıkkınlığı her halinden belli idi; ve son kez sana bakarak, bu uzak yolculukları gidecek bir yeri olmadığından dolayı sevdiğini, o yüzden de her yolculuğa ayrı ayrı kitaplarla çıktığını, bitirdiği her kitabın sonunda da daha yalnız kaldığını söyleyerek yanından uzaklaştı…
Canetti’yi dinleyememek seni üzse de; yazamamasını dinlemek senin gibi yazamayan birini korkutmuştu…
Gelelim yazarlık yolculuğuna ve sonuna;
Edebiyat, felsefe, din, kültür her şeyden ama her şeyden anlıyordun; yıllar böyle geçti…
Hep dinledin, hep keyif aldın…
Daktilonu yeni evine taşarken eskiciye verdin…
Ama ilkyazın çıkmadı…
Yaşın 60’ı geçti…
Yazma fikri ve yazarlık serüveninin aklına gelince; o yağlı kâğıtta ki yazar ile o İstanbul yolculuğundaki adamlar aklına gelir.
Hatta halı yağlı gazete sayfasındaki pipolu yazarla hesaplaşıyorsun…
Yalnız ne o kaldırım kaldı mahallen de; ne de o duvarlar. Sıcak somun ekmeği de çok seviyorsun biliyorum.
Daktilon gidince, köşende oturursun sanmıştım…
Yazmaya devam dedin hep; yaz usta; yaz…