Aslında edebiyat tarihimize baktığımızda mimari daha çok bir kültür bir medeniyet yıkımı meselesi dahilinde konu edilmiştir. Bu minvalde bakınca yeni şehrin, yeni mimarinin anlamlandırılması da bilindik mekân okumaları üzerinden karşılaştırmalı bir şekilde olmaktadır. Mimarinin sonuçları açısından mimarın yaptıklarını yorumlamak konusunda kalemini cesaretle kullanan edebiyatçıların iş tasarlama yolunda öncü olmaya, fikir belirlemeye gelince tereddüdü açık seçik görülür ki, bu geriye çekilme meselesi için farklı yorumlar da yapılabilir tabi. İşte yeni şehri yeni mimariyi, yazarlar kurmalı meselesinin alt ucunda yer alan tavır, doğrudan romantik bir tavır gibi yorumlansa da gerçekten de yeni bir mekân konusunu hususiyetle ele alan edebiyatçılarda olmuştur.
İşte tam da bu noktada Refik Halid’in 1938 yılının kasım ayından başlayarak 30 Eylül 1942 yılına kadar Tan gazetesindeki yazılarında mimariyi de gündemine alan yazılarında yeni mimariye ilişkin tespitlerle yetinilmez neredeyse bir mimar tavrıyla tavsiyeler vardır. Tan gazetesi yazıları dikkate alındığında yazarın mimariye ilişkin ilk dokunuşu, 5 Ocak 1942’de kaleme alınan, “Modern apartmanlarda göçebe hayatı” başlıklı yazıdır. Ben şu fikirdeyim diyerek başladığı yazısında modern palas diye nitelediği dönem apartmanlarına sıkı bir eleştiri getirir. Mimarlık ustalığıyla ele alınmayan apartmanları, dış süsüyle yanıltıcı bulan Karay, “kara yele göğüs açmış” vurgusuyla da iklime duyarlı tasarım prensipleri noktasında yoksun bulur. Apartmanlardaki, ısı konforunu, rüzgâr hesabını, su tertibatındaki ölçüsüzlüğü oradan da kalorifer kazanına ve çift cam meselesine kadar ayrıntılandırdığı yazısında vaktinde alınmayacak tedbirle ciddi zararların oluşacağını belirtir. Karay, dekoratif özellikler yerine fonksiyonelliği, sağlamlığı öne çıkararak daha geniş manaları barındıran bir tasarım yaklaşımının gerekliliği önerisiyle yazısını bitirir: “San’atın ince bilgisine harfi harfine uyduğumuz, gösterişten fazla sağlamlığa, lüksten ziyade özlülüğe kıymet vermeğe başladığımız gündür ki yalnız ev mânasına değil, bütün geniş anlamiyle– ortaya bir “yapı., çıkarabiliriz Yoksa “yaya kalırız, tatar ağası!”,. Yahut “açıkta sayılırız, ustabaşı!..”
Refik Halit’in 17 Ocak 1942’de kaleme aldığı “Güzel sanat suçları mahkemesi” başlıklı yazısı ise Sedat Çetintaş’ın yapı dergisindeki bir makalesine yapılan vurguyla başlar. Mimar Sinan’ın Türk mimarisine getirdiği olgunluk ve yeniliğin araştırmacı kişiliğiyle ilintili olduğunun altını çizen Karay, sonraki “ bezenti çığırına, daha doğrusu bu sanatta örümcekli örce kadın, bürümcekli börce kadın gibi felaket çukuruna düşmüşüz; çıkamamışız; pır pır bile edememişiz, artık bir daha çıkamamışız.”
Karay, yeni Türk mimari üslubunun kaynağı olarak görülen Türk ev mimarisinin yani Sedad Hakkı Eldem’in milli mimari manifestosunun de çare olacağı konusunda tereddütlüdür: “Fakat bugün milletlerarası yeni bir mimarlık, dünyaya aşağı yukarı tek örnekte eserler verirken bizim eski Türk yapılarını andırır ev bark kurmamıza imkân var mıdır? Bu bahis benim bilgimin dışındadır, olmasını istemekle beraber ne olur diyebilirim, ne de olmaz!”
Karay, devamında zevksiz bir hale gelen modern evi, Talimhane üzerinden ağır bir şekilde eleştirir. Talimhane de modernlik düsturuyla bir mimari bir belediye suçu işlendiğini dile getiren Karay’a göre Talimhane’de birbirine benzemeyen evlerin tarzı değiştirmeli ve bunun yerine yan yana yapışmamış dört katı geçmeyen şirin, ferah, güler yüzlü, ağaç ve güneşle çevrilmiş bahçeli evlere dönülmelidir. Talimhane cinayeti suçluların cezalandırılmamış olmasına, dahası gerek mimarlık-, gerek heykeltıraşlık, resim ve edebiyat, her güzel sanata karşı işlenmiş suçların dünya yüzünde cezasız kalmasına ise kederlendiğini vurgulayarak; bir Güzel Sanat suçları mahkemesi için çağrı yapar: “Sanatta adalete öyle lüzum var ki!”
Refik Halit’in 10 Ağustos 1942 tarihli “Fazla boy atan şehir” başlıklı yazısındaki İstanbul özelindeki şehircilik sorunlarına ilişkin değerlendirmeler o kadar dikkat çeker ki, günümüz şehirlerinin sorunları dikkate alındığında; o tarihlerde Karay’ın özenli tavsiyelerinin aradan 80 yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen bugünde aynı hatta tavsiye seviyesinde kalması ise maalesef üzücüdür.
Karay, ustaca tasvirlerle konunun özünü o kadar güzel çerçevelemiştir ki, şaşırmamak elde değil…
İstanbul’u kaynayıp taşan bir kazan’ a benzeterek, kazanın adeta taşarak içinde hiçbirşey kalmadan etrafa yayıldığını belirtir. İronisine devam eden Karay, sanki her gece, göktaşı yerine havadan köşk yağdığını vurgusuyla sınır bilmez yapılaşmayı eleştirir. Kübik mimari tarza getirdiği eleştir tıpkı modern apartmanlarda göçebe hayatı yazısındaki gibidir: “gözlerimizi açınca bir bakıyoruz ki kilometrelerce uzak ve daha dün çorak olan tarlalar kübik yapılarla, âfetlerle donanmış! Bunun sonu nereye varacak? Asıl İstanbul terkedilmiş bir şehire mi dönecek?”
Karay, ayrıca İstanbul’un şehircilik meselesi anlamında kötü bir imtihandan geçtiğini dolayısıyla konunun sadece bir belediye meselesi olmadığını bir devlet meselesi olduğunu hatırlatarak bu kapsamda tedbirler alma gerekliliğini, yönetsel anlamda çok ciddi projelere, düzenlemelere ivedilikle ihtiyaç duyulduğunun altını çizer:
“Kısacası İstanbul’u boy atma illetinden kurtaracak tedbirlere baş vurmak icap etmektedir Yoksa, suya atılan bir taşın, birbirinden geniş halkaları şeklinde çemberlene çemberlene genişleyen ve bazı azman sebzeler gibi tohuma kaçan bu şehrin bir tarafı yapılırken öteyanı daima çöker: dörtbaşı birden mamur olamaz. Ayağımızı yorganınıza, yani şehrimizi iradımıza ve nüfusumuza göre uzatmak zorundayız… Fazla uzatmak keyifli de olsa!”