Refik Halid Karay, 17 Ağustos 1942’de kaleme aldığı İki semte uzaktan bakış yazısında ise Cihangir ile Salacak semtlerini karşılaştırır. Karay, yangın sonrası modern apartmanlarla süslü püslü hale gelen Cihangir semtinin mi yoksa harap, çoğu boyasız tahta evlerle, hemen hemen olduğu gibi duran Salacak semtinin mi, İstanbul ve Marmara dekoruna daha yaraştığını sorar. Cevabını mahalle olgusuna manzara hakkının korunumuna, suya kavuşan bahçe düzenlemelerini örnekleyerek gözü rahatsız edecek hiçbir ciheti, aşkınlığı taşkınlığı, haksızlığı görmediği Üsküdar tarafını Cihangirin yeni şeklinden daha güzel bulur. Karay, Salacak semtinin içyüzünü değil, eskiliğini değil, dekor olarak İstanbul’a daha yaraştığını, Marmara manzarasını açtığını ve komşu hakkı gözetilerek kurulduğunu ileri sürer. Aslında Karay’ın asıl vurgulamak istediği, bu semtlerin pitoresk çekiciliğidir. Öyle ki, bir taraftan da “Salacak ve Harem iskelesi sırtları yarınki şehre örnek olmalıdır, demiyorum ”diyerek konuyu üstün körü geçiştirmek istemez. Onun asıl meselesi, yeni kurulan semtlerin İstanbul’un iklimiyle uyuşmadığıdır:
“Asıl demek istediğim şudur: İstanbulda eskisinin üzerine veya yeniden yeniye kurduğumuz mahalleler, o Cihangirler, Talimhaneler, Suadiyeler. hemen hepsi de her bakımdan —mimarlık, şehircilik, zevk ve sıhhat— tamamiyle kusurludur. Küllü ayıbından başka İstanbul iklimi ve manzarası ile uyuşmadıkları için şiddetle, dehşetle çirkindirler.”
Aslında Karay, o dönemde konuyu ele aldığı başka yazılarında da hemen hemen aynı vurguları yapar. Sanayileşmenin getirdiği yeniliklerle aşamalı bir ilişki kurmayan halk, inşa ettiği yapılarda geleneksel yapıların iyi yanlarını koruyamamıştır. Bu da doğaya saygılı, kültürü yansıtan yapı anlayışını zedelemiştir. Karay, 1942 tarihli “İstanbul’da Türk Yalısı Türk Köşkü” başlıklı yazısında konuya dikkat çekmiştir. ( Hep İstanbul, s,80). Millî zevk ile temas etmeyen yeni yapılaşmadan derlenen Karay, İstanbul’daki betonlaşmadan yakınarak modern yapıların insan ve doğayla yabancı, uyumsuz kaldığını belirtir. Öte yandan başka bir sayfa açan Karay, ahşap yapının İstanbul’da yangınlarla hafızaları sildiğinden sürekli yakınır. Bunun teknik ilerlemelerden faydalanılarak atlatılabileceğini, doğal olana dönülmesi gerektiğini belirtir. Belki bu çelişkili gelebilir. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi o geleneksel mimarinin ve şehrin estetik zarafetinin farkında olsa da, yangın bakımsızlık gibi meseleleri de fazlasıyla dikkate alır, geleneksel mimarinin Marmara bölgesinde yaygın olan yapı malzemesi ahşap hakkında genel olarak olumsuz görüş belirtir. Bunda elbette yazarın şahit olduğu büyük İstanbul yangınlarının rolü olabilir. “Yerinde Yeller Esen Evler” yazısında ahşabın aile bağlarını gelecek nesillere aktarmada başarısız olduğunu; çocukluğundan itibaren oturduğu yapılardan hiçbirinin doğal afetler nedeniyle ayakta kalmadığını belirtir : “Ahşap ev ve yangın, eve bağlanma duygusunu körletmiş, ev sevgi ve saygısına yer bırakmamış, aksine ev hususunda kayıtsızlığa, hercai meşrepliğe yol açmıştır .” ( Pek İyi Hatırlarım, s. 56 )
Ahşap yerine taş işçiliğin birey ve toplum hafızası için faydalı oluşuna ilişkin saptaması ise doğrudan yapı malzemesi, mekan psikolojisine gönderme yapar ki, “Tahta Kullanmak Yasağı” başlıklı yazısında konuya dikkat çeker: “Yine bu yangın ve tahta ev sebebile kaybettiğimiz kitap, eşya, çini, yazı, kumaş, resim gibi eşsiz eserlerin haddi hesabı yoktur; milyarlar değerindedir; o yüzden yarı yarıya mazisini unutmuş, hatırasız kalmış bir millete benzemişizdir.” (Hep İstanbul, s. 139.)
Öte yandan Refik Halid’in 24 Ağustos 1942 tarihli Kübik edebiyat fakültesi yazısı yeni fakülte binası tasarımına getirdiği önerilerin yanı sıra yine kübik mimariye getirdiği kuvvetli eleştiriyle dikkat çeker.
“yapılacak bina —gazetelerin aldığı haber doğru ise— kübik tarzda olacakmış” ifadesiyle daha baştan duyduğu eleştiriyi belirtir. Sadece yapılacak Edebiyat fakültesiyle sınırlı kalmayacak bu üslubun her tarafa sirayet edeceğini hatta çürüklüğünden şikayet edilen Kız Kulesini yıkıp yerine kübik bir Deniz Feneri kondursak mı dersiniz?
Daha öncesinde Fen-Edebiyat Fakültesi olarak kullanılan Zeynep Hanım Konağı’nın 28 Şubat 1942 yılında fizik laboratuvarında çıkan yangın, konağın yarısının tamamen yanmasına sebep olmuştur. Yangından sonra konağın yerine Sedad Hakkı Eldem ve Emin Onat tarafından bugün de kullanılan, ulusal mimari üslupta inşa edilen Edebiyat-Fen Fakültesi binası uygulamaya geçmeden önce kaleme aldığı yazısında Karay, yapılacak binayla ilgili önerilerde bulunur.
Karay, yapılacak tasarımın maketini görmeden ve dosdoğru bir fikir edinmeden telâşa düşmenin de yersiz olduğunu hatta “umalım ki yeni kübik bina, tas tamamına kübik değildir; mimarlarının zevki ve marifeti karışarak bambaşka bir üslûp ile karşılamamız, beğenmemiz ihtimali çoktur” ifadesiyle mimarlara olan inancını ve güvenini belirtir. Her ne kadar fakülte için modern bir binayı kendisinin tasdiklediğini ancak modernliğin içine sızması gereken bazı hususiyetler olduğunu bunu da şairane bir şekilde dillendirecek olan bunun hayata geçmeyeceğinden de emindir.
Kendi hayalinin hayata geçmeyeceğini dillendiren Karay’ın Sedad Hakkı Eldem ve Emin Onat ortaklığıyla yapılan bina, geniş bir meydana kurulmuş tek kat, sıra sıra kubbeli ve bacalı bir medrese gibi tasarlanmasa da; onun arzuladığı;
““Demir kakmalı ve saçaklı kapısından girdiniz mi ortasında kocaman bir havuz, serviler, mazılar, salkım söğütler dikilmiş, mevsimine göre lâleler, güller, küpeler açmış, taflanlı yollarla ayrılmış bir iç bahçe…. Pencereleri, bazı sebillerimizdeki gibi dünyada misline rast gelinmez güzellikte demir parmaklıklar süslemekte ve ışığın bir kısmı odalara tepe camlarından aksetmektedir.. El ayak çekilince kumru sesleri ve güvercin kanatlarının yumuşak şamatası duyuluyor.”
İfadelerini tam manasıyla karşılamasa da, anıtsal içeriğiyle milli mimari tarihimizin sembolik yapılarından biri olan bina, Karay’ın yazısının sonunda vurguladığı; bütün cihanın parmakla göstereceği, gönül vereceği Edebiyat Fakültesi budur; bu hayaldir! etkiye de sahip olmuştur diyebiliriz.