John Ruskin Belleğin Lambası Seçme yazılarında “İnsan unutkanlığının Şiir ve Mimarlık’tan başka fatihi yoktur” der. Tam da bu nokta da; şunu düşünebiliriz, günümüzde neden evlerimizin adı yoktur sorusunun cevabı, bu arakesitteki unutkanlık hakikatiyle mi ilintilidir diye. Tanpınar’ın ifadesiyle “şiirin bir susma işi” olduğunu araya sokarsak, unutkanlığın hakikatinde mimariyi şiirleştiren bir özne olarak ister istemez aklımıza ilk “ev” gelir. Evlerimize artık neden ad koyamadığımızla birlikte şiirsellik meselesi de açılınca Suha Arın’ın Safranbolu Evinin Yaralanış Acısını anlattığı Safranbolu’da Zaman belgeseli iyi bir örnektir diye düşünüyorum. Türk belgesel tarihinin önemli isimlerinden Rahmetli Suha Arın’ın 1976 yılında hazırladığı ‘Safranbolu’da Zaman’ filmi, 1977 Antalya Film Festivali''nde "En İyi Belgesel Film" seçilerek Altın Portakal ödülünü kazanmıştır. Film vesilesiyle Safranbolu Türkiye’ye tanıtılmıştır. Safranbolu’da mekânın tarihsel izini, şiirsellikle anlatan belgesel, şimdi evlerimize neden ad koyamadığımızla ilgili o kadar cevap verir ki, 40 dakikalık film, edebiyatımızda Halide Edip Adıvar’ın Mor Salkımlı Evinden tutunda tıpkı Ahmet Mithat Efendi, Peyami Safa, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Osmanoğlu, Refik Halid Karay gibi yazarların romanlarına, Behçet Necatigil’in şiirine konu olan evlere niye bir ad takıldığının da cevabını hatırlatır…
Belgesel de bir şiir kadar güzel, bir şiir kadar anlamlı olarak ifade edilen evlere Güleç yüzlü evler denmiş…
Belgesel, Üçüncü Selim’in sadrazamlarından İzzet Mehmet Paşa’nın, “Safranbolu’da herkesin cebine bir saat koyacağım” vaadiyle 18.yy sonlarında inşa ettirdiği kuleli saatten -adeta herkesin cebinde hissettiği- bir tatlı tınıyla başlar…
Ardından; belgeselin başından sonuna kadar devam edecek o koral müziğin ilk tınısının ardından; muhteşem sesiyle; Zahide Macide Tanır, Cezmi Tahir Berktin’in Zaman şiirini seslendirir:
“Yoluma gül serperdi, her gün eteklerinden, Gönlümün üzerinde, bir tül duvaktı zaman. Sonra neden neşemin, büktü bileklerinden, Neden beni yollarda, böyle bıraktı zaman... Yalvardım, feryadımı duymadı sağır gibi, Kalbi ne kadar sertti, tunç gibi bakır gibi, En güzel günlerimi, çiçek koparır gibi, Birer birer koparıp, göğsüne taktı zaman... Vazgeçmiştim hayatın, baharından yazından, Dur dedim, anlamadı bir kalbin niyazından. Karanlık bir gecede, bir çeşmenin ağzından, Düşen damlalar gibi, durmadan aktı zaman... “
Evet, Safranbolu’da Zaman, kaybolup, geçmişte anı olarak değer kazanan birçok şeyin izini sürerken,
yitirilişin hüznü anlatının şiirsel diline yansır, akıp giden su misali zaman yanında pek çok şeyi götürmüştür Safranbolu’dan.
Sıcak renkli eski bir ev…
Bir sokak
Ve bir “hayat”…
Neden “hayat” da durakladık…
Çünkü, Anadolu’daki geleneksel evlerde, canlılığı, yaşamayı, yaratıcılığı simgeleyen HAYAT sözcüğün, karşılığı olan bir mekana sahip değiliz artık… Her ne kadar tıpkı Safranbolu’nun yaşantısını evlere, evleri Safranbolu’nun yaşantısına bağlayan bir geçiş yeri olan Hayat gibi değerli mimari kalıt da, diğer birçok şey gibi, anlamını yitirdi zaman içinde….
Safranbolu’da Zaman’da mekânsal çeşitliliğin, hem insani unsurlarla, hem de yaşantıyla münasebetini görürüz: “Değişen ve değişmeye direnen, kaybolup unutulan ve kendini unutturmaya çalışan birçok şey… İçiçe, yan yanadır, eski Safranbolu evinde. Zamanla kahverenginin en acı tonlarına bürünen kepenkler, gözkapakları gibidirler…”
Hayattan başlayarak, harem-selamlık ayrışmasındaki mekânsal zenginliğe, yine kat odalarının bağlandığı ince bir sanat zevkinin ürünü olan tekne tavanlı çardak bölümüne….Odalar da ki gömme dolaplara, ahşap kaplama ocaklara, tütün içmeye özgü uzun çubukların konduğu çubuk dolabına kadar herşeyin adı, Safranbolu da evin adıdır; ister kepenkli, ister kepenksiz, ya da cumbalı, cumbasız farketmez…
Bu öğreti, malzemeyle nasıl başladıysa mekânın her dizgesine de öyle yansır. Bu fısıltı, kır düşmüş saçlar görünümüyle olgunluk kazandıran çatılara, kiremitlerine sokağa, mahalleye oradan da şehre yayılır…
Şimdi ustalar, kulağımıza malzemenin adını fısıldamıyor; ahşap, taşa selam vermiyor… gözkapakları kapanan evlerimiz yok artık, onun yerine; modern mimarlık kurmacasının tahsis ettiği mimari düzeneklerle günümüz evleri, iki artı bir, üç artı bir diye tarifleniyor… Kıssadan hisseye metrekarelere sığdırdığımız konforlu evlerimizin gözleri açık!
Yakın zamanda Mahmut Davulcu tarafından hazırlanan Halk mimarisi Terimleri Sözlüğü, sadece halk mimarimizin maddi unsurlarının terminolojik sözlüğü gibi gözükse de, insan yaşantısının tüm unsurlarının maddi mekanı nasıl insanca çevrelediğinin ispatıdır. Evin güneş alan cephesinde yer alan güneli kapısından tutunda, ocağın altına destek amaçlı yerleştirilen kuzuluk direğine, bir yükseltilmiş mekan olan sekiye kadar herşey evin adını tamamlayan örgülerdir.
O yüzden evin mekânsal-yapısal parçalarının adı olmayınca, evin de adı olmuyor…
Bundan yaklaşık elli yıl önceki belgeselde şu saptamalar evimizin adının nasıl değiştiğini geleneksel mekân örgülerinin nasıl icnaf ettirildiğinin göstergesidir:
“….Eskinin kendilerine özgü birer yüzleri, huyları, yani kişilikleri ve anlatacakları olan o gülümseyen evlerden apayrı karakterde, bloklarla uzayıp giden, birbiri içinde kaybolmuş dizilerle. Beşbin Evler denilen yarının “onbin”, “yüzbin” evleri olmaya kararlı siteler….Anı olur Safranbolu, sevinç olur, kimi zaman hüzün kimi zaman övünç olur…
Sokağı ile evi ile hayatı ile zaman içinde tarih olur…
Kimbilir, belki de çocukların düşlerinde gördükleri…
Damları şekerden, duvarları pastadan, pencereleri çukolatan yapılmış konutlarıyla masal olur “evvel zaman içinde” Safranbolu….”
Gelin isterseniz şöyle bitirelim….
Yakın zamanda çokça duyduğumuz bir slogan vardı “Hayat eve sığar” diye; çok eskiden bunu nasıl tecrübe ettik derseniz malzemesiyle, cephesiyle mekân örgüsüyle adı olan evlerimiz vardı ki, o zaman slogan şuydu: “Ev hayata sığardı”